“Gazze’liler hicret etmeli” fetvalarına, Âyetten Siyerden delil getirenler, İran’ın attığı füzeler karşısında işgalci yahudilerin göç etmesinden de bahsederler mi? Belli olmaz.
Yine Hamas’ın, düzen bozan bağî bir oluşum olduğunu söyleyen Arap dünyasında ve buradaki meşhur bazı alim müsveddeleri, israilin sıhhat ve selameti için kendi tabilerine dua tavsiyesine başlamışlar mıdır? Neden olmasın.
Ve İran’ın israilin saldırısına füze ile karşılık vermesinin de zinhar haram ve kebâirden olduğunu hatta İran’ın bu büyük günahı işlemekle yalnızca dört mezhep dairesinden değil dinden de çıktığını söylemeyeceklerini sanıyorsanız, iyi niyetiniz saflık sınırınızı aşmış demektir.
Kur’an’la ilgili yığınla bilgi sahibi oldukları halde mânâsı muhkem yani apaçık ayetleri bile lanetli güçler lehine yorumlayan kitap yüklü Belâm’ların merkepliğinin bir kıymeti yok.
Mescid-i Aksa’nın ve diğer Kudüs’ün haremi çiğnenirken “maslahat” deyip yerinde oturan, Gazze’de akıl almaz cürümler işlenirken, “reel politik” deyip eli kolu bağlı duran ulusçu meydan okumaların da Allah cc indinde karşılığı nedir bu da yakında ortaya çıkacak.
İki tarafın kozlarını bir savaş meydanında paylaştığı nostaljik zamanlarda değiliz. Ya da birtakım uluslararası sözleşmelerin savaşta dikkate alındığı hayal dünyasında da değiliz. Aksine önce düşmanın doğru teşhis edilmesinden başlanarak, bütün hazırlıkların, hiç kimsenin ihtimal vermeyeceği en kötü senaryolara göre yapılması zorunlu olan bir dönemdeyiz.
Terör rejiminin iki yıldır işlediği soykırım, tüm dünya halklarına “düşman kimdir, amacı ve yetenekleri nedir?” gibi soruların cevabını net biçimde vermiş oldu. O yüzden doğudan batıya nerede bir vicdan sahibi varsa, bireysel olarak en azından “boykot” silahıyla savaşmaya özen gösteriyor. Sivil tepkiler organize ediyor, kimlerin bu düşmanla beraber olduğunu sorguluyor, tüm tarafları analiz ediyor.
Ve gelinen noktada, bırakın sosyal medya ırkını, Zimbabve'deki Vadoma Kabilesi bile israil denen kötülüğün, sadece Gazze’lilerin değil tüm yeryüzü vasatının düşmanı olduğunu idrak etmiş durumda.
O zaman varlığı ve hayatı korumaya yönelik tüm fıtri içgüdüler, bu düşmandan sadece korunmak için değil, onu yok etmek için de eğitilmeli, yönlendirilmeli.
Tekrarla ve ısrarla vurguladığımız gibi bu terör çetesinin lanetli bir büyüsü var. Ondan en ufak bir ürkme bile sizi kendisine mahkûm eder, akabinde onunla normalleşir ve suçlarına doğrudan ortak olmaya başlarsınız.
Dolayısıyla meseleye İran-israil gerilimi deyip de, “ama biz İran’ın füze atmasını çok seviyoruz” hafifliğinde bakmak yarınlar için acı sonuçlara gebe bir tür sarhoşluk halidir.
Üçüncü dünya savaşının artık komplo teorisinden vakaya dönüşmek üzere olduğu şu anlarda, birtakım gerekçelerle İran’ı kendi yalnızlığına terk etmenin de vebali bu hengâmede unutulacaktır.
Fakat İran’ın kaybetmesi halinde, terör çetesinin yapacağı ilk şeyi tahmin etmek zor değildir.
Önce nazikçe, Türkiye’nin bu kadar askeri yatırımlarına gerek olmadığını ve devleti, Hamas’a terör örgütü diyen kesimlerin yönetmesi gerektiğini ilan edecekler.
Orta Asya, Suriye, Balkanlar, Afrika gibi Türkiye, nerede yürümeye çalışıyorsa artık gerek oralarda ve gerek başka yerlerde israilin izninin ve çıkarlarının gözetilmesine vurgu yapacaklardır.
Tıpkı Mısır, Ürdün, Suud gibi, Türkiye’nin de komple işgal rejiminin kayıtsız şartsız bir neferi olmasının önündeki bütün engelleri kaldıracaklardır.
Şimdi tercih, zat-ı devletlilerin.
Tarihin en keskin virajlarından birine gelindi.
Ya yakın geçmişte olduğu gibi israilin geniş bir arka bahçesi olunacak. Ya da bu mutlak kötülüğe karşı taviz verilmeyecek, çekinmeden cesur adımlar atılacak. Üçüncü bir yol yok.
“Zulmedenlere en ufak bir meyil göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (Hûd Suresi 113)