Selâhaddin’i hep cephede ararız. Haksız da değiliz. Selâhaddin tam bir cephe insanıdır. Ne var ki Selâhaddin, bir o kadar da farklı alanların insanıdır. O alanları bizzat doldurmamışsa da oralara yön vermiştir. Batı, tekli bir dünya düzenine ulaştı mı, ulaştıysa ne kadar ulaştı? Bu, tartışılabilir. Ama Gazze’nin bize anlattıklarına bakılırsa artık tartışmaya mahal bırakmayacak bir husus var: Batı’da bir tek parti düzeni oluşturulmuş.
Geçmişte ABD için Cumhuriyetçi Parti-Demokrat Parti; Almanya için Sosyal Demokrat Parti-Hıristiyan Demokratlar, İngiltere için Muhafazakâr Parti-İşçi Partisi’nden söz edilirdi. Bugün hepsine tahakküm eden bir partinin olduğunu net olarak biliyoruz: Siyonist Parti. Gazze’deki vahşet bize siyonizmin, Batı’nın iktidar yapısında belirgin bir tekli iktidara kavuştuğunu ve bu tekli iktidarın muhaliflerine yaşam hakkı da vermediğini ayan beyan ortaya koydu.
Batı insanı, liberal bir coşkuyla tam da özgürlüğün doruğuna çıktığını düşündüğü bir asırda, siyonizmin “hoşlanmadığı” bir fikir beyan ettiğinde yaptırımlarla karşılaşacak kadar özgürlükten uzak ve bunun farkında değil. Batı insanı, katliam deyince Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadıklarını anlıyor. Ama İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında Yahudilerin rolünün olabileceğine ihtimal bile vermiyor. Zihni bu yöndeki sorgulamalara tamamen kapalı.
Peki, özgürlüğü kısıtlandıkça özgürleştiğini zanneden bu kapalı zihinleri kim aydınlatacak? Beklenti hatta korku, Müslümanların bunu yapmasıdır.
Nitekim İngiltere’nin üstelik İşçi Partili mevcut Başbakanı Keir Stramer, bunu ifade etmektedir. Şöyle diyor Stramer: “Gerçekte bizim İslam toplumlarıyla ya da yöneticileriyle doğrudan bir sorunumuz yok. Çünkü bu rejimler bizim yörüngemizde dönüyor… Peki öyleyse İslam dünyasıyla olan esas sorunumuz nerede yatıyor? Asıl problemimiz, İslam’ın bizzat kendisiyle ve İslam peygamberi Muhammed’le ilgilidir. Çünkü bu din, medenî bir din olarak varoluşsal ve uygarlıkla ilgili tüm sorulara detaylı cevaplar sunuyor ve Batı medeniyetinin giderek solmaya başladığı bir dönemde, İslam ve Muhammed parlamaya devam ediyor. Hem de bizim Avrupa toplumlarımızın içinde!” Bu düşünceler, aslında henüz 1940’lı yıllarda İngiliz tarihçi Arnold Toynbee tarafından dile getirilmiş ve o günlerde İslam’ın medeniyet yanını işleyen epey alim vardı. Seyyid Kutub nesli diyebileceğimiz o nesil ne yazık ki artık yok.
Üniversitelerle İslâmî ilimler arasında epey mesafe var. Bizim ilim havzalarımızda yetişen alimlerimiz ise istisnaları tenzih ederim ama geneli, dünyevi olarak tam merkezde, her tür dünya nimetiyle haşir neşir… Dünyayı dolaşıyor ve ondan istifade ediyor. İslam medeniyeti davası açısından ise adeta dünyanın dışında. Bu yönde 20. yüzyıldaki ulemanın çok gerisinde, kendisini bir sayfalık metinle ifade etmekten bile aciz. Halk onları anlamıyor, onlarsa halkın hâli karşısında dehşete düşme safhasını bir türlü aşamıyor. Söz hakkının kendilerinde olduğunu düşünüyorlar ama sözün hakkını da vermiyorlar.
Bu hâlleriyle Nûreddin ve Selâhaddin öncesi Irak ve Şam ulemasının adeta bir kopyası gibidirler. Öylesine dalmışlar ki her birini uyandırmanız için ona defalarca seslenmeniz gerek. Bırakın İslam’ın medeniyet yanını ifade etme kabiliyetine sahip olmayı, o yöndeki bir metni dinleme kabiliyetinden bile yoksunlar.
Nûreddin ve Selahaddin de tam böyle bir çevrede, azınlığın da azınlığı sayılabilecek önderler tarafından yetiştirildi. Bugün bir kez daha o azınlığın da azınlığı ulemanın, beylerin, bilgi insanlarının “Ya Allah!” deyip İslam medeniyetini dünyaya duyurarak siyonizmin iktidarını sarsacak Nûreddinler ve Selâhaddinler yetiştirmeye ihtiyacımız vardır.
Bunu başarmak kolay olmasa da imkânsız değildir. Yeter ki “Oku!” emrindeki mucizevi direktifi alimlerimiz, beylerimiz ve bilgi insanlarımız anlasın…