Gazze’de şehid ve yaralıların sayısı birlikte on binleri bulurken Birleşik Arap Emirlikleri’nde “İklim Konferansı” düzenlendi. BAE emiri ve diğerleri, siyonist oluşumun “cumhurbaşkanı” denen temsilcisiyle resimler çekti.
Her gün, yüzlerce insan katledilirken Gazze’de akan kan nehir olup akıyorken iklim konferansları düzenlemek… Üstüne üstlük siyonistleri bir İslam yurdunda ağırlamak… İnsan, bu manzarayı düşünmek bile istemiyor. Ama bu, tarihte bir ilk değil!
Haçlılar, önceki bin yılda İslam alemini işgal etmeye kalkıştıklarında da buna uzak olmayan manzaralar görüldü. Oluk oluk Müslüman kanı akıtılıp İslam şehirleri işgal edilirken siyasi akıbetlerini onlarla işbirliğinde görenler vardı. Onlar da “2x2=4” hesabı yaparak Müslümanların mutlaka yenileceğine, dolayısıyla Haçlıların yanında yer almanın, en azından onları kızdırmamanın devletleri açısından “akıllıca” olduğunu düşünüyorlardı. Acaba sonları ne oldu?
İSLAM ALEMİNİN O GÜNKÜ DURUMU
Haçlılar, 1097’de İslam alemine geldiklerinde Mısır, Filistin ve Hicaz Fatımî yönetiminde iken Irak ve İran’da iç ihtilaflar içinde olan Selçuklular vardı. İki bölge arasında kalan ve doğuda Urfa’ya kadar uzanan bölge ise bugünkü Körfez emirliklerini andıracak bir şehir devletleri ağı ile örülmüştü. Her biri oldukça zengin ama her biri bir diğerinden kopuk ve geneli resmiyette Fatımîler adına hutbe okutan devletçikler…
Müslümanların çekişmesi arasında Urfa, Toros adında bir Ermeni’ye kalmıştı. Günümüzde “Suriye Selçukluları” denen yapı parçalanmış, Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş’un büyük oğlu Dükâk, Dımaşk ve çevresine hükmederken diğer oğlu Rıdvan, Halep’e hükmediyordu. Dükâk, Abbâsîler adına hutbe okuturken Rıdvan, Fatımîler adına hutbe okutuyordu. Güneyde Humus, kuzeyde Antakya Rıdvan’a bağlı olsa da iki şehir de onunla çekişme hâlinde sayılırdı.
Daha güneyde Beyrut, Sûr gibi önemli liman şehirleri doğrudan Fatımîlere bağlı iken Trablus, “Amaroğulları” denen nispeten bağımsız bir yapıydı ve Fatımîlerle sıkı bağları vardı. Şeyzer kale devleti de kendisine has bir yalıtılmışlık içinde idi. Yine Ca’ber’de pek de saygı duyulmayan bir kale devleti vardı.
Bölge, bu hâl içinde iken Batı, “Haçlı” olarak geldi ki “Haçlı”, Hıristiyan birliği anlamına gelir ve Sünnetullah gereği birlik olanlar, parçalı olanlara galip gelir.
HAÇLILARLA İŞ BİRLİĞİ!
Urfa’da Ermeni Toros, Haçlıların reisi Baudouin’i evlatlığı kabul etti ve şehrin anahtarını ona teslim etti. Bu evlatlık ve anahtar teslim töreni, Kudüs Haçlı Krallığının temelini oluşturdu. Haçlılar Toros sayesinde hem Urfa’ya hâkim oldular hem de Kudüs Haçlı Krallığı için bir hanedana kavuştular.
Toros, yaşlı bir adamdı bir süre onlar tarafından idare edildi. Sonra bir gün evini sardılar. Toros, “Yalvarırım yapma! Sana bütün hazineleri teslim edeceğim ve karımı alıp Malatya’ya çekileceğim!” dedi. Bauduoin, bildiği bütün mukaddesatlar üzerine yemin etti ve sana asla zarar vermeyeceğim, diye karşılık verdi. Toros çaresizlik içinde kapıları açtı, Bauduoin’in ayaklarına kapılacaktı ki adamları onu kaleden halkın arasına attılar, daha ayakları yere değmeden oklarla delik deşik edildi, bedeni kanlar içinde yere düştüğünde ise çığlıklar içinde taşlarla ezildi, ayaklarla çiğnendi, kafası koparıldı, bedeni ise bir ipe takılı olarak sokak sokak gezdirildikten sonra aç köpeklere verildi.
İHANETİN BEDELİ KORKUNÇTU!
Haçlılar, oradan Antakya’ya geçtiklerinde şehrin hâkimi Yâğısiyan, Halep’teydi. Hızla geri döndü ve mücadele etti. Büyük Selçuklu Hükümdarı Berkyaruk da Kürboğa isimli komutanın emrinde önemli bir orduyu Antakya’nın yardımına gönderdi. Şehirde bugünkü Gazze’yi andıran ve bir yıl süren bir insanlık faciası yaşandı. Ama Rıdvan yardıma gelmedi. Fâtımîler ise Haçlılara ulaşıp onları gelişleri ve sabırları için tebrik ettiler, kazancınız, bizim kazancımız, dediler. Kuşatmanın uzamasından dolayı endişelerini dile getirdiler. Haçlılar, Müslümanlardan aldıkları bazı silahları onların elçisine vererek savaşı kazanacaklarına dair güvence verdiler.
Sonuçta Yâğısiyan kahramanca şehid oldu, Antakya düştü. Haçlılar, oradan Kudüs’e doğru yol çıktılar. Yolları üzerinde Maarratünnuman şehrini kuşattılar. Maarralılar, direndiler ama bir başlarına Haçlılarla baş edebilecek durumda değildiler. Maarralılar, “Eyne Emirülmüminin (Halife nerede)? Eyne Sultan? Eyne Abbasiyûn?... Eyne Selaçik?.. Eyne’l Arab?...” diye sesleniyorlardı. Ama sesleri Şam’ın dağ ve ovalarında yankılanıp tekrar Maara’ya, Maarra’nın delikanlılarının göğsünün ta içine geri dönüyordu. Sonuçta şehrin yirmi bini bulan bütün nüfusu yok edildi. Katliam öylesine korkunçtu ki Haçlıları bile ürkütmüştü. Ama Maarra’nın yanı başındaki devletçikler “Bize dokunmayan yalan bin yaşasın!” mantığı içinde hiç kıpırdamadılar.
Haçlılar, oradan tekrar Kudüs yoluna girdiklerinde şehirlerin emirleri onlara elçiler gönderip kendilerine dokunmamaları şartıyla iyi dileklerini ilettiler. Kendince herkes akla sarılmıştı ve tedbirli davranıyordu.
Özellikle Trablus Ammaroğulları emîri bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri misali, Müslümanları kahredecek bir iş birliğine gitti. Pazarlarını Haçlılara açtı. Haçlılara bol para, atlarına yem verdi. Öyle ki “Haçlıların Ammaroğulları” diye sözü edilir oldu. Şeyzer’in tutumu da buna uzak değildi. Şeyzer emiri, Haçlılara bir de kısa yolları gösterecek kılavuzlar verdi.
Refah, o coğrafyada şükür değil, korkaklık ve bencillik getirmişti. Zenginlik sahipleri, refahlarını mücadeleye tercih ediyorlardı ve paralarıyla her şeyin hakkından geleceklerine inanıyorlardı.
Haçlılar, korkaklıktan cesaret alarak ve vahşetlerini para karşılığında erteleyerek Kudüs’e vardılar. Şehri kuşattıklarında Antakya türü bir mücadele görselerdi büyük ihtimalle başarısızlığa uğrarlardı. Beklenti, Fâtımîlerin hakimiyetlerindeki bir toprağı kurtarmak için çırpınmaları idi. Onlar hiç kıpırdamadılar. Diğerleri de onlardan farklı davranmadılar.
Şehrin valisi ise “Bana ve aileme dokunmamak şartıyla şehir sizindir” dedi.
İbnü’l-Esîr bu vaziyeti şöyle özetler: “Sultanlar, birbirlerine düştüler; Haçlılar İslam ülkelerine yerleştiler.”
Şehirdeki katliamı ise katliama bizzat katılan Meçhul Haçlı Tarihçisi şöyle anlatır:
“Katliam, Hz. Ömer Mescid’i kadın ve erkeklerin kanlarından dolup taşıncaya kadar gün boyu devam etti. Müslümanların cesetlerinden oluşan yığınlar evlerin boylarını geçti… Müslüman halkın uğradığı bu katliamın benzerini o güne kadar ne gören ne duyan olmuştu!”
Kudüs’ün istilasından sonra, Dımaşk hâkimi Dükâk, sadece beş yıl yaşadı; Dımaşk’ın önce veziri, sonra sahibi Tuğtekin cihada katıldı. Ama Onun varisleri onun yolunu sürdürmediler, Haçlılarla mücadeleyi değil, uzlaşmayı seçtiler.
İŞBİRLİKÇİLERİN AKIBETİ
Halep emîri Rıdvan b. Tutuş, Haçlı istilasından sonra sadece on dört yıl yaşadı. 1113’te vefat edinceye kadar Müslümanlar tarafından hep dışlandı, kendisinden sonra ise beyliği oğlunun yönetiminde sadece birkaç yıl kaldı. Müslümanları korumayanların meşruiyeti yoktu. Geç de olsa Haçlılarla mücadeleyi seçen Mardin Artuklu Hâkimi Necmeddin İlgazi, 1117’de Rıdvan’ın varislerini tarihe karıştırdı.
Trablus emîri İbn Ammar, Haçlıların Kudüs’e yerleşmesinden hemen sonra niyetlerinin bütün bölgeyi ele geçirmek olduğunu anladı, tövbe etti, cihada katıldı, nihayetinde Dımaşk Hâkimi Tuğtekin’le birlikte Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a sığınıp onu cihada ikna etti. Böylece Kudüs’ün kurtuluşu için stratejinin oluşmasına katkıda bulundu ama kendisi için çok geç kalmıştı.
Trablus, uzun kuşatmaların ardından, Kudüs’ün istilasından sadece on yıl sonra tamamen Haçlıların eline geçti. Şehir, bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar misali öylesine zengindi ki Haçlıların ömrüne ömür kattı ve Haçlıların en uzun süre yaşayan kontluğu olarak 1289’a kadar tam yüz yetmiş yıl Haçlı hakimiyetinde kaldı.
Sûr şehri de Müslümanların sürekli desteğine rağmen ancak yirmi beş yıl direndi ve 1124’te Trablus’la aynı akıbete uğradığı gibi, Selâhaddin’in Kudüs’ü fethinden sonra dahi Haçlılara can verdi.
Bu şehirler Anadolu şehirleri gibi oldukça korunaklı ve Anadolu şehirleri ile kıyaslanmayacak kadar zengindiler. Kibirlerinden, rahatlıklarından ve paraya duydukları güvenden vazgeçip anlaşsalardı Haçlıların işini birkaç günde bitirirlerdi. Zira modern Haçlı tarihçisi Runciman’ın ifadesiyle “Haçlıların gücü, kendilerinden kaynaklanmıyordu; Müslümanların bölünmüşlük ve ihtilafından geliyordu.” Bu güzel şehirleri yönetenler bunu göremediler ve isimleri unutularak tarih çöplüğüne atıldılar.
Dımaşk hâkimi Tuğtekin başta cihada katıldı, Büyük Selçukların Haçlılara karşı mücadelesinin başlamasında ve şekil almasında tarihi bir rol oynadı ama sonra, Dımaşk şehri Haçlılara karşı mücadelenin karargâhı olursa elimden çıkar diye endişe etti. Varisleri onun kadar da ferasetli çıkmadılar. Haçlılara karışmazlarsa Haçlıların da onlara karışmayacaklarını zannettiler. Oysa henüz onun ilk varisinin devrinde II. Haçlı Seferi, Dımaşk yönetimi Haçlılara karşı kılını kıpırdatmamışken Dımaşk’a yöneldi. Normalde yönelmeleri gereken artık Nûreddin Mahmud Zengî’nin yönetiminde olan Halep’ti. Ama öyle yapmadılar. Çünkü Haçlılar, kimin kendilerine yardım ettiği veya mücadele ettiği ile ilgilenmiyorlardı. Onlar, çıkar ve kolaylığa bakıyorlardı. Neresi en çok işlerine yarayacaksa ve kolay alınabilecekse oraya yöneliyorlardı.
Dımaşk’ı II. Haçlı Seferi’nden Vezir Üner’in aklı ve Musul Atabegi Seyfeddin Gazi’nin desteği kurtardı. Ömrünü bir miktar uzattı ama sadece birkaç yıl. Çünkü Müslümanları korumayanların onları yönetme meşruiyetleri yoktu. Nûreddin Mahmud ve Şîrkûh dışarıdan, Necmeddin el-Eyyûb ise içeriden Dımaşk’ı Haçlılara karşı mücadeleye katmak için sıkıştırdı. Vezir Üner, bir ara o güne kadar hiçbir Müslüman emirin yapmadığı şekilde Kudüs’e gidip Haçlılarla görüştü, onlara yıllık vergi vermeye bile razı oldu. Döndükten sonra belki de kahrından kısa bir süre sonra öldü.
Askalan, Haçlılar tarafından kuşatılırken Dımaşk yönetimi Nûreddin’in ordularının yardım için geçişine izin vermediği gibi, Haçlıların şehrin pazarlarında alışveriş yapıp Müslüman kadınlarına sataşmalarına bile göz yumuyordu. Artık bugünkü Bahreyn’in siyonistlerle iş birliği misali tamamen Haçlı işbirlikçisiydi.
Nûreddin, buna daha fazla izin vermedi; Şîrkûh’un komutanlığı ve Necmeddin el-Eyyûb’un siyasi dehasıyla şehri ele geçirdi ve Haçlılara karşı mücadelenin baş şehri yaptı.
Şam’daki diğer şehir devletlerinden Ca’ber’de Nûreddin’in eline geçerken oldukça muhkem ve bir o kadar zengin Şeyzer ise büyük bir depremle yerle bir oldu ve nihayetinde yine Nûreddin’in eline geçti.
Haçlılara karşı direnenler kazanıyor, onlarla iş birliği yapanlar eninde sonunda kaybediyordu.
Fâtımîler de bu akıbetten kurtulmadılar. Kudüs’ün istilasından sonra bir süre Haçlılarla mücadele ettilerse de aynen israil’in kurulmasından hemen sonra “Ortadoğu” yönetimlerinin israil’le savaşı misali savaştıkça Haçlılara toprak ve para kazandırdılar. Ardından mücadeleden tamamen çekildiler. Nihayetinde Vezir Şaver Devri’nde Kahire’de Haçlılar için bir garnizon dahi kuruldu. Haçlılar, Kahire pazarlarında Müslümanların namuslarını kirletmeye yeltendiler.
Genç Fâtımî imamı Haçlılarla yapılan iş birliğinin yıkıcı olduğunu gördü ama devleti için iş işten geçmişti. Şîrkûh ve Selâhaddin gelip Mısır’ı aldılar ve Mısır, bundan sonra hep Haçlıların hedefi olmasına rağmen asla istilaya uğramadı. Tarihin görmediği donanmaları, büyük orduları onuruyla yendi, Haçlılar bir yana Moğolları da yenerek adını tarihe altın harflerle yazdırdı.
Bundan çıkarılacak çok ders vardır! Bugün, “2x2=4” hesabıyla, “akıllı” olmak adına siyonistleri destekleyenler, bir akıl tutulması yaşıyorlar. Ya hep birlikte hareket edecekler ya da hepten kaybedecekler! Başka bir yol yok!