Köylerin, metropollere mahalle diye bağlandığı bir dünyada benliğini korumak, insanın dillendirmekte yetersiz kaldığı ihtiyaçları arasındadır.
İnsan, farklılaşırken tükenmemeyi, ilerlerken kaybolmamayı talep eder. Bir yandan değişen dünyanın içinde yer almak, öte yandan değişirken var olabilmek, varlığını tüketen değil, geliştiren bir değişim içinde olmak… Uç liberal/küreselci anlatımların ve karşıtlarının da iddialarının aksine mümkün…
Özgürleşirken silikleşmemek, tanınmayacak kadar niteliklerini yitirmemek… Maddi ihtiyaçlarını daha kolay ve daha üst düzeyde karşılarken manevi ihtiyaçlar içinde boğulmamak… Bir ütopya değildir.
Bu yönde umutsuzluk içindeysek irademizi yitirecek kadar kendimizi çağa kaptırmamızdan, kendimizi çağın tesirlerine salmamızdandır. Çağın hâkim ideolojisi liberallik, özgürleştirirken öldürür. Ona karşı çağın mahkûm inancı İslam ise özgürleştirirken yaşatır.
Liberalizm bizden, daha varsıl (müreffeh) bir yaşam karşılığında kendimizi feda etmemizi, kendimizden vazgeçmemizi ister. İslam ise varsıl bir hayat vaat ederken sizin daha çok kendiniz olmanızın yolunu açar. Liberalizmde bütünlüğe katıldıkça manevi varlığınız anlamsızlaşır. İslam’da bütünlüğe katıldıkça manevi varlığınız güçlenir. Liberalizmde özgürleşmenin ve müreffeh bir yaşam sürmenin bedeli vardır; benliğinizi verir, özgürlük ve refahı alırsınız. İslam’da ise özgürleşme ve müreffeh bir yaşam sürmenin ödülü vardır; benliğiniz başkalarının benliğiyle birlikte yücelir, başkalarıyla ittifak ederken kendi olarak ve aynı zamanda bütün içinde güçlenir.
Bütünlüğe katılmak bir avantajdır ama farkını korumak da bir ihtiyaçtır. Maharet, bu avantaj ve ihtiyacın birbirini tamamladığı bir düzen oluşturmaktır.
Liberal dünya, sadece kişiler için değil, toplumlar için de var olma sorunu oluşturdu. Kişiler “Bugün karnımı doyurup keyfimi yaşarken yarın benliğimi koruyabilecek miyim?” diye içten içe sordukları gibi toplumlar da kalkınmanın, şehirlileşmenin geniş imkânlarından yararlanırken “Yarın kendimiz olarak kalabilecek miyiz?” kaygısındalar.
Bir toplum, önce fizikî olarak var olmak (yaşam hakkına sahip olmak) ister. Ardından bu maddi varlığın içine yerleştirebileceği manevi bir kap arar. İşte kültür denen birikim, o kabın kendisidir. Toplumun kültürü yaşıyorsa benliği/kimliği yaşar.
Bununla beraber toplum, dünyanın değişiminde rol almak ister. Bu da ancak bir medeniyet hareketi içinde bulunmakla mümkündür. Toplum için ideal olan ise medeni sürece katılırken müspet kültüründen veya kültürünün müspet yanlarından olmamak… Böylece medeniyetten istifade ederken ve medeniyete katkı sağlarken farklılığından gelen keyiften/farklı (özgün, biricik olma ihtiyacının karşılanmasından gelen doyma hissinin tadından yoksun kalmamak…
İslam, toplumlara bundan fazlasını verdi. Onlara farklılıklarını sürdürmek bir yana geliştirme imkânı da sundu. İslam ister fert ister toplum düzeyinde olsun bir hak veriyorsa o hak için uygun koşullar da verir, oluşturur. Örneğin, örfe aykırı bir şekilde henüz sakalı ağarmamış, genç adama önder olmak hakkı veriyorsa gençliğinden kaynaklı deneyim eksikliğini onu çocuk yaşta ilme sevk ederek giderir. Böylece genç, o hakkı, güç durumda kalmadan, onuruyla kullanma olanağı bulur.
İslam, toplumlara da kültürlerinin gelişmeye, yaşamlarını zorlaştırmaya aykırı olmayan İslam akidesi ve fıkhı ile uyumlu yanlarını sürdürme hakkını vermekle kalmamış; o hakkı yaşatacak ve geliştirecek imkanlar da sunmuştur.
Bu bağlamda İslam’dan önce yazılı bir edebiyatı olmayan nice toplum, bir medeniyet üretimi olan yazıyla İslam sayesinde tanışmış; dolayısıyla ilerlemenin imkânlarından yararlanmış ama yazıyla tanışmak, o toplumların dillerini unutmasına, ihmal etmesine yol açmamış. Aksine o toplumlar, İslam’dan sonra dillerini geliştirip ondan yazılı bir edebiyat üretme, böylece dilleriyle de medeniyet uğraşı içinde bulunma imkânına kavuşmuşlardır.
İSLAM VE KÜRTLERİN TARİH YOLCULUĞUNA KATILIŞI
Kürtlerin İslam içinde var oluş ve yükselişi; ideal (mükemmel) “kültür-medeniyet ilişkisi”nin en açık, en kolay analiz edilebilir örneklerinden biridir.
İslam, coğrafyalarına geldiğinde Kürtleri tarih sahnesinden silinmek üzereyken buldu. Kürtler, elbette vardılar ama tarihin içinde değildiler. Nitekim, o günlerin tarihsel vesikalarını inceleyenler, Kürt adına bile rastlamak için adeta satır aralarını didik didik ediyorlar.
Bu konuda nesnel tespitler yapmak da mümkün: Gelin, bir grup çalışkan araştırmacıyı İslam’dan önceki bin yılda Kürt adının vesikalarda kaç kez, İslam’dan sonra ise aynı sürede kaç kez geçtiğini tespit etmekle görevlendirelim.
Daha da ötesi İslam’dan sonra da gayrimüslim dünya; Kürt varlığını tarihin bir unsuru olarak kabullenmemiş, İslam’ın getirdiği bu yükselişi tanımamıştır. İslam’a karşı çıkan bölge unsurları, Kürtlerin tarih yolculuğunu yeniden katılışına karşı çıkmışlardır. Onun için dilerseniz o araştırmacılara ikinci bir görev verelim: İslam’ın ilk bin yılında İslâmî eserlerde Kürt adının kaç kez, İslam dünyası dışındaki eserlerde içimizdeki Süryani ve Ermenilerin eserleri dahil kaç kez geçtiğini tespit etsinler.
Ya da başka bir araştırma önerisi yapalım: İslam’dan önce dünya tarihinde kaç mühim şahsiyet kendisini el-Kürdî olarak tanıtmıştır ve İslamiyet’ten sonra kaç kişi bu nispetle tarif edilmiştir? Bilimsellikten söz edenlere hodri meydan!
İSLAM SULHU, MEDENİYETİ VE KÜRTLER
İslam, selâmettir; bu yanıyla yüzyıllara yayılan Bizans ve Sâsânî çatışma alanının tam ortasında yer alan Kürt coğrafyasına tarihsel bir sulh getirerek Kürtlerin biyolojik varlığını koruyacak koşulları oluşturdu. Ama sadece bu değil, Kürtleri sığındıkları dağlardan yeniden şehirlere getirerek onları başka toplumların baskılarından koruyup sulh u selamet içinde yaşatacak koşulları oluşturdu ve İslam medeniyetinin ortakları hâline getirdi. İslam fatihleri “Müslüman olun ve bize verilen bütün haklardan bizim gibi istifade edin!” diyorlardı. Kürtler, Müslüman olunca hiçbir engele takılmadan onların kardeşi oldukları gibi medeniyetlerinin de ortağı oldular.
Medeniyet, bir ilerleme, kalkınma hareketi olduğundan tabii bir değişim sürecidir. İslam, Kürtleri bu değişimin içine alırken onlara statik kültürlerini müspet yanlarıyla yaşatma imkânı verdi. Sadece bu değil, daha önce Kürt dili, yazının tamamen dışında kalmışken yeniden yazıyla buluştu ve dünyanın bugün de saygı duyduğu kalıcı eserler veren dilleri arasında yer aldı. Bugün İslamsız bir Kürt dili düşünmek neredeyse imkânsızdır.
Yazıdan da çok İslam sulhu ve bizzat İslam inancı içinde yeni bir yaşam alanı bulan Kürt dili, dünyanın sözlü söyleyiş açısından da en zengin dilleri arasına girdi.
İslam’dan sonra hiçbir savaş, istila; Kürtlerin biyolojik varlığını tehdit edecek boyuta ulaşmadığı gibi dillerinin varlığını da tehdit edecek boyuta ulaşmadı. Kürt varlığı ve dili, İslam’dan sonra mutlak bir varlık buldu.
İslam’ın sedası gür çıktıkça Kürtlerin varlığına yönelen tek bir tehdit duyulmadı. Ne var ki Batı, dünyaya hâkim olduğunda ve bu hakimiyetini İslam dünyasını şu veya bu şekilde istila boyutuna taşıdığında Kürtlerin sadece dil ve kültürü değil, biyolojik varlığı dahi kendisini tehdit altında gördü, Halepçe örneğinde olduğu gibi yer yer katliam boyutundaki imha operasyonlarına maruz kaldı.
Bugün, bu tür operasyonlar bir yana, liberal/küresel bir dünyada Kürt dili ve kültürü değişim içinde varlığını koruyabilir mi? Baskılar, yasaklamalar tamamen son bulsa dahi insanları aynı potada eritmeye ant içmiş liberal bir kürede Kürtlük var olabilir mi?
Bu, samimiyetlerini az düşünerek ispatlayan Sosyalist militanları çok aşan bir meseledir. Ama onu da soralım: Sosyalizm, kültür konusunda liberalizme karşı bir sığınak olmuş mudur, olabilir mi? Kürtler, Sosyalizme sığınarak kendilerini liberal dünyanın toplumları eriten dalgalarından koruyabilirler mi?
DİNSİZ BİR KÜLTÜR MÜMKÜN MÜ?
Sosyalizm, Marks’ın elinde bir ideoloji olarak şekillendiği günden beri, toplumsal yaşam bir yana, bireysel yaşamı dahi dinsizleştirmeyi, özgürleşmenin olmazsa olmazları arasında gördü. Sosyalistler, dini insanî bir gereksinim olarak değil, insana zulmetmek için var olmuş bir üretim olarak gördü.
Peki din olmadan kültür korunabilir mi? Son iki hatta üç yüzyıldır bunu deneyenler; dinsiz bir kültürel varlığın anlamsızlaştığına ve tükeniş yoluna girdiğine tanıklık ediyorlar. Nitekim bu bağlamda pek çok ülke ve toplum, içeriğine, ibadet şekillerine, törenlerinin sağlık açısından dahi uygun olup olmadığına bakmaksızın dinini kültürel varlığının olmazsa olmazı kabul ederek yaşatma yolları arıyor.
Mevcut Kürt kültürel birikiminin durumu ise daha da farklıdır: Onu İslamsız bıraktığınızda ortada kültür diye bir birikim kalmıyor. Nitekim Yezidilik gibi, sapmış bir tarikat yapısından gelen inanç mensupları dahi hem Ermenistan hem Rusya ve Avrupa örneğinde gittikçe Kürtlüğü dışlayan bir akım olarak yol alıyor. Yezidilerin önde gelen pek çok ismi, madem Müslüman değiliz, Kürt de olamayız, diyorlar ve öyle düşünenler, gün geçtikçe baskın geliyor.
Liberalizme karşı Sosyalizmin kültür için sığınak olmasına gelince; Sosyalizm, bir dönem Rus ulusal ideolojisine dönüştüğü hâlde, Rus kültürünü korumak bir yana yok olmakla yüz yüze bıraktı. Neden? Çünkü Sosyalizm, liberalizme karşı kültürü koruma iddiasında değildir. Aksine kültürü imhada liberal asimilasyonu yetersiz bulur ve daha katı yöntemlerle imhaya yönelir.
İnsanlığın tecrübesi, şunu net olarak ortaya koymuştur: Toplumlar Sosyalizme kapıldıkça millî kültürlerinden uzaklaşırlar. Bugün Sosyalist toplumlarda kültür namına, bazı folklorik törenler dışında, varlığını koruyan yegâne unsur dildir. Küreselleşen bir dünyada onu da korumak mümkün mü? Kanaatler hiç de o yönde değildir.
Zira dil, güzellik ve çekiciliğinin bir yanını da farklı oluşundan, özgünlükten alır. Din, dile sadece manevi bir sınırsızlık değil, aynı zamanda bu imkânı sağlayarak varlığını anlamlı kılar. Hâlbuki küresel liberalizm ya da enternasyonal Sosyalizm, giyim-kuşam, yeme-içme demeden hayatın bütün sahalarını karşı konulamayacak (!) kadar çekici kılarak ya da istibdatla benzeştirmeyi zafer bilir.
Ulusalcı Sosyalizm, dinsiz bir kültür ve kültürsüz bir dil iddiasında epey yol aldıysa da başarısız oldu. Dine karşı toleranslı Güney Amerika Sosyalizmi (Kurtuluş Teolojisi ya da ona akraba bir Sosyalizm) dahi Güney Amerika toplumlarını küresel asimilasyona karşı korumakta başarısız kaldı.
Dünyanın tamamında üstelik dinle bağı da zayıf toplumlarda millî kültürü imha eden Sosyalizm, Kürtlere gelince kültürleri için nasıl sığınak olsun? Gördüğüm kadarıyla Kürtler ve Sosyalizm ilişkisinde teorisyenlik iddiasında olanların da böyle bir iddiası yoktur. Onlar, kültürü koruma ile ilgili her tür talebi gericilik olarak etiketliyorlar. Küresel sürece katılalım, dilimiz kendiliğinden korunur, gibi aldatmalara başvuruyorlar ve tabii ki bilimden mahrum kitleleri ve bilgisi yüzeysel, tecrübesi kıt okumuşları kandırabiliyorlar.
Kürtler, İslam’ın henüz ilk günlerinde İslam’ın dünyayı dönüştüren medeniyeti içinde yer aldılar ve onun avantajlarından nüfus ve nüfuzları kadar en uçta istifade edebildiler.
Batı uygarlığı ise bugün yorgunluk ve sorgulanma evresinde… Kürtleri, bu yorgun ve sorgulanan uygarlığın peşine takılmaya dipçikle zorlamak… Buna zoru kabul etmeyenleri hain ilan etmek bir yana Kürt dahi kabul etmemek… Bu, galiba sarhoşluktan bağımsız olmayan bir akıl tutulmasıdır.
Sosyalizm, uç bir asimilasyon projesidir. Böyle işlev görmüştür. Sosyalizmi, araştırmalarımda nesnel verileriyle ifade ettiğim üzere Kürtler arasında yayanlar, Kürtleri asimile etmek isteyen güçlerdir. Bu hem Türkiye ve İran hem Arap ülkeleri bağlamında inkâr edilemez bir hakikattir.
Sosyalizm, Kürtler arasında böyle bir işlev görmektedir. Sosyalizmi “Demokratik Cumhuriyet” yaftasıyla Kürtlere dayatan siyaset, Kürt siyasal hareketi olmak bir yana, Kürt benliğini imha hareketidir. Kürt siyaseti, bu dipçikli dayatmadan kurtulmadığı sürece normalleşemez, Kürt benliğine hizmet edecek bir yola giremez.