İslam’ın insan, fert, toplum, toplumsal kurumlar ve devlete bakan yanı bir bütün olarak “birlik” yaklaşımıdır. İnsanlığın birliği ve Müslümanların birliği, İslâmî birlik fikriyatının esasını oluşturur.
İslam, Müslümanlardan bir ümmet teşkil eder ve ümmet, insanlığa önderlik yapar; böylece insanlık, bütünlüğe kavuşur.
Ümmetleşme, yalnız kabile ve kavimler arası bir birlik değildir. Kölelere özgürlüğün yolunun açılması… Kadın, genç ve azatlı kölelerin iradelerinin sosyal ve siyasal iradeye katılması… Zenginlere; yoksula yardım etmenin emredilmesi… Yoksula, zenginleşmenin yolunun açılması… İlmin kapısının herkese açılarak ilmin belli bir kesimin uhdesinden çıkarılması… Yönetenle yönetilen arasında uç farklılaşmanın engellenmesiyle toplum ve devletin kaynaşması…
İslam’ın birlik anlayışında herkes konum ve varlığı gereği hem kendisidir hem bütünün bir parçasıdır. Bu birlikte farklılık tanınır ama farklılık incitici, rencide edici bir üstünlük yaklaşımına dönüşmez. Yönetici, Müslümanların bir kardeşidir ama aynı zamanda hiyerarşide bir yere sahip olmakla başkalarından farklı konumdadır. Onun konumu ona bazı haklar tanır ve bazı sorumluluklar yükler ama onu sıradan Müslümanlardan tamamen ayrıştırmaz.
Müslüman dünyadaki bu üstün birlik yaklaşımı, önce Emevî Devri’nde hilafetin saltanata dönüşmesiyle zarar gördü. “Halife” makamındaki kişiler, dünyanın sair yerlerine göre çok sade de olsa saraylarda yaşayarak toplumdan ayrıştı.
Abbâsî günlerinde hilafet ile saltanat da ayrıştı. Abbâsî kökenli halife, Bermekî, Büveyhî Selçukî vezir ve sultanların yanında neredeyse sistem dışında kaldı. Bu, bir papa-kral ayrımı değildi ama Asr-ı Saâdet’teki hâlden de uzaktı.
Her iki tarihsel süreç içinde kadının iradesi, sair toplumlarda olduğu gibi sistem dışında bırakıldı. Gençlik, yeniden yaşlı kültür ve bürokrasinin aksiyoner kuvveti konumuna düştü. Kişiler, saraylara hizmet etsinler diye köleleştirilmeye başlandı.
Birlik sistemi gittikçe çözüldü ve toplumla devlet arasında bir mesafe oluştu. Toplum, devletin İslam’a hizmet ettiği hususunda kuşkular içinde kaldı, kendisini güven içinde hissetmedi.
Bu durum, “tarikat” gibi toplum içi bir sivil yapılanma, toplumun İslam’la ilişkisini sürdürecek bir mekanizma doğurdu. O mekanizma, toplumun diğer kurumları ile birlikte İslâmî dinamizmi sürdürdü. Bu süreçte Müslüman toplumun ayakta kalmasında tüccar sınıfı, mühim bir vazife gördü. Devletten destek görmeyen ya da devletten destek görürse boyunduruk altına gireceğini düşünen zâhidler ve ulema Müslüman tüccarların iktisadi desteğiyle faaliyetlerini sürdürdü.
Haçlı istilası, İslam aleminin kendisini toparlamasını sağlarken Moğol istilası İslam aleminin doğusunu çökertti. O istila ile İslam aleminin doğusu ile batısı ayrıştı ve İslam aleminde ticaret bundan olumsuz etkilendi. Mısır’da kurulu Memlûk idaresinin statik bir evrene doğru gitmesi Müslümanların dünyanın batısına açılan yolculuğunu kesti.
Osmanlı, gaza faaliyetleri ile batıya doğru yolculuğu sürdürürken birlik yaklaşımında ifrata gitti. Müslümanların Haçlı ve Moğol istilalarından kaynaklı felaketlerini tamamen birliğin dağılmasıyla ilişkilendirerek birlik yaklaşımında uçlaştı, birlik bütün yapıların devlet etrafında itaatkârca durmaları şeklinde düzenlendi.
Bu yaklaşım içinde devlet, tarikatlar dahil bütün sivil yapıya hükmetti. Müslüman toplum reaya konumuna sürüklendi, böylece devlet ve toplum, farklı bir açıdan ayrışırken geçmişte sistemin ortağı konumundaki ulema, sisteme tabi bir unsur oldu. Aynı yapı içinde devlet, iktisada da hükmederek Müslüman tüccar sınıfını zaman içinde eritecek bir iktisadi sisteme tabi oldu.
Birlik anlayışında o kadar ileri gidildi ki nihayetinde hanedan dahi ortadan kalktı, padişah baştaki tek şahsiyet olarak kalıverdi.
Bu sistemden beklenen, devlet-i ebed-müddet olmak ve nihayetinde doğuda Don ve Volga nehirlerinin birleştirilmesi, batıda ise Viyana kapılarının açılması ile cihan devleti oluvermekti.
İslam’ın evrenselliğiyle de doğrudan ilişkili bu küresel cihan devleti gerçekleşmediği gibi, daha önceki İslam devletlerinde sistem tıkandığında devreye giren mekanizmalar Osmanlıda birlikteki ifratla köreldiğinden farklı bir alternatif açılmadı. Neticede Osmanlı, Batı karşısında çöktü. Ama sorun Osmanlı ile sınırlı değildi. İslam dünyasını yöneten diğer iki güç Safevî ve ardılları ile Bâbürlüler de aynı durumda idiler.
“SİYASAL İSLAM’IN” DOĞUŞU
Osmanlıdaki bu tıkanma karşısında, özellikle başkent İstanbul’a uzak noktalarda, Müslümanlar bir arayış içine girdiler ve bu arayış zamanla, Müslümanlar içi bir ihya (diriliş) hareketi doğurdu.
Bu ihya, 20. yüzyılın başlarından itibaren ittihat-ı İslam (İslam Birliği) fikriyatı etrafında farklı coğrafyalarda farklı isimler altında örgütlenme yoluna gitti. Doğu İslam dünyasında Cemaat-i İslâmî, İslam dünyasının Mısır merkezli batısında İhvân-ı Müslimîn etrafında adını duyuran bu hareket ayrıca bölgesel isimler altında da güçlü bir İslâmî akıma dönüştü.
İslâmî akımın öncelikli hedefi Müslüman toplumu İslam üzere ihya etmek ve onu kendisini ayakta tutacak İslâmî bir devlet nizamına kavuşturmaktır. Bu bağlamda İslâmî hareket, sosyal, siyasal ve iktisadi bir bütünlük arz eden fikir ve tasarılara sahiptir; dolayısıyla siyasi hedefler gütmektedir.
Türkiye’de geçen yüzyılın başında “İslamcılık” denen akım, muhtemelen (Bernard) Lewisçi Neo-Oryantalistler tarafından “Siyasal İslam” olarak etiketlendi.
Kavram ilk anda siyasal hedefleri olan bir Müslümanlık tarzı gibi iyi niyetli anlaşılsa da işin özü öyle değildir. Kavramı üretenler, İslâmî hareketi sadece toplumdan ayrıştırıp marjinalleştirmek niyetinde bile değiller. Daha da ileri giderek İslam’ın özünde bir sorgulama ve ayrışmaya gidecek bir üretim peşindeler. Müslümanlar, mutedil birliklerini yeniden kurarak mesut olacakları bir dünya inşa etmeye çalışırken İslam’ın kendisini parçalama imasında bulunan bir üretimdir bu.
Kavram, özellikle 11 Eylül vakasından sonra, neredeyse siyasi hedefler güden bütün İslâmî hareketler için kullanıldı. Bu kullanımla silahlı eylemlerde bulunan yapılarla faaliyetlerin sadece sistem içi yürüten yapılar eşitlendi, aynı etiket altında toplandı.
Kavramı üretenlere göre, karşılarındaki güç “Köktenci (fundamentalist) İslam”dı. Öyleyse ona karşı köklü bir mücadele başlatmak gerekiyordu. Nitekim, “Bush Teorisi” denen, anti İslam ABD teorisi İslâmî harekete karşı mücadeleyi “iklim değişikliği” ile mücadele gibi, herkesin sorumluluk yüklenmesi gereken küresel bir mücadele olarak öne sürüyordu.
Neticede küresel güçlerle onların güdümündeki ulus devletler el birliği içinde İslâmî oluşumlara karşı mücadele ettiler. “Siyasal İslam” denen İslâmî oluşumlara yönelik her tür dezenformasyon meşru görüldü, İslâmî hareketlere karşı hukuksuzluk, “terörle mücadele” kapsamında mazur görülüp hukuki sayıldı.
Bu “teröristçe” siyasetle İslâmî oluşumlar ağır darbeler aldı ama Müslüman toplumların umudu olmaktan da uzaklaşmadı.
“SİYASAL MÜSLÜMANLIK”IN OLUŞUMU
Ulus devletlerin, iktidarlarını sürdürme ve dış etkilerle İslâmî hareketlere karşı bir tür savaş başlatırken gözden kaçırdıkları bir husus vardı:
Sovyetlerin yıkılmasının ardından kendisini yegâne küresel güç gören ABD, “yeni dünya düzeni”nde ulus devletleri, “eyalet” konumunda bile görmüyordu. Yeni dünya düzeni, ulus devletlerin bütün işlerine müdahale ederek nihayetinde onları anlamsızlaştıracak küreselci bir siyaset güdüyordu. Ulus devletler, bu küreselci siyasetin baskısını hissettikçe yeni bir arayış içine girdiler.
İslâmî hareketler, içeride geniş bir toplum kesimine kavuşmuşlardı, ayrıca kayda değer bir elite de sahiptiler. Nitekim bu elit, bütün engellemelere rağmen Sırplar karşısında Bosna’da, İsrail karşısında Filistin’de milli kimliği tükenmekten koruyacak bir direnişe öncülük edebilmiştir.
Özellikle İzzetbegoviç’in Dayton Anlaşması müzakerelerinde “Boşnak” etnik adı yerine “Bosna Müslümanları” kavramını tercih etmesi ve bununla ilgili gerekçeleri küreselciliğin yol açtığı çıkmaz karşısında umut ışığı olabilecek türdendi.
Ulus devletler, “küreselci tehdit” karşısında yeni bir “ben ve öteki” tarifine gitmek durumunda kalmışlar ve küreselcilik onlar için yeni öteki olarak belirmişti. Geçmişin Almanya’sından “Siyasal Kavramı”nın yazarı Carl Schmitt, siyaseti “dost ve düşman/ben ve öteki” kavramı üzerinde dizayn etmekte iyi bir doküman sunuyordu.
Günün Rusya’sında ise Avrasyacılık teorisi ile Aleksandr Dugin, Rus milli kimliğinin küreselciliğe karşı korunmasında, içini doldurmasa da dine atfettiği konum ve bunun Rusya’da gördüğü kabul, ulus devletlerin eski kadroları için tamı tamına bir çıkış yolunu haber veriyordu.
İzzetbegoviç, meselenin İslâmî yönü için kapı aralarken Schmitt, histe milliyetçi, yönetimde otoriter, iktisatta liberal karma anlayışıyla eski ulus devlet kadroları için adeta ortaya bir ideoloji koyuyordu. Dugin ise siyasal bir kamplaşma için umut veriyordu.
Neticede eski muhalif elitist ulus devlet kadroları ile, toplumsal zemini olan ve bir kısmı da İslâmî harekette yorgunluk işareti veren kadrolar, “bizim siyasal Müslümanlık” veya “siyasal Müslümanlaşma” hatta bir kesim için “siyaseten Müslümanlaşma” kavramı ile ifade ettiğimiz bir öz etrafında buluşup yeni bir siyasi cephe oluşturdular. Bu cephenin bir yanını yakın geçmişte İslâmî oluşumlara zulmeden milliyetçi ve solcu laikler, diğer cephesini şu veya bu konumda İslâmî oluşumlar içinde bulunmuş simalar oluşturuyor. Bugün pek çok İslam ülkesinde, bu cephe iktidardadır.
Bu cephe toplum zemininden kopan elitist eski devlet kadrolarına toplumla buluşup iktidarlarını sürdürme olanağı verirken uzun süredir devletin imkânlarına ulaşmak bir yana, sürekli bir devlet baskısı altında olan İslâmî oluşumlara kısmen de olsa devlet imkânlarına ulaşma olanağı verdi.
DEZAVANTAJLARI VE AVANTAJ
Öncelikle “siyasal İslam” ile “siyasal Müslümanlık” birbirleriyle ilgili gibi görünseler de farklı iki akımdır. “Siyasal İslam” olarak nitelenen İslâmî oluşumlar, İslâmî hassasiyetler doğrultusunda insan ve toplumu merkeze alır, insan ve toplumu kurtarmayı hedefler, devleti de bu hedef için var görür.
“Siyasal Müslümanlık” ise milli/ulusal hisler doğrultusunda devleti merkeze alır, insan ve toplumu devlet için taban görür.
Bu, çok net bir farktır. Bu mahiyette İslâmî hareket, insan ve toplumu mutlu eden bir devlet nizamını hedeflerken “siyasal Müslümanlık”, devleti yüceltecek bir insan ve toplum üretmeyi hedefler.
İslâmî hareket için İslam, sosyal, siyasi ve iktisadi bütün düşünce ve eylemlerin mutlak referansı iken “siyasal Müslümanlık” için İslam, dinî unsuru olarak milli kimliği dışarıya karşı koruyan bir kültür bileşenidir.
İslâmî oluşumlar, milleti oluşturan unsurlar konusunda Ümmetçi bir birlik yaklaşımı içinde iken “Siyasal Müslümanlık”, ulus devletin dayandığı tek etnik unsura dayanmakta ısrar etmektedir. Milli kimliği orada tarif etmek, dışarıda Ümmeti önemser görünürken içeride modern millet/ulus kavramını kesinlikle Ümmete tercih etmektedir.
Vakanın özünde ise İslamcılık, İslam’a sadakatle bağlanıp hizmet etmeyi ifade ederken “Siyasal Müslümanlık”, cephenin bir kanadı açısından devlet için İslam’dan istifade etmeyi ifade eder.
Bu buluşmanın bir dezavantajı, İslâmî hareketin “Siyasal Müslümanlık” içinde erimesidir. Nitekim, İslâmî hareket yorgunu kimi simaların ırkçılık düzeyindeki bir milliyetçiliğe yöneldikleri dikkatlerden kaçmamaktadır.
Diğer bir dezavantaj ise İslam, bir devlet nizamı hâline gelmemişken geçmişin ulus devlet yapılarının bütün günahlarının Müslümanlar bir yana, bizzat İslam’a yüklenmesi, bunun üzerinden toplumun İslam’dan soğutulması yoluna gidilmesidir. Son dönemde kimi sosyal medya hesaplarında “iktidardan dolayı ateist oldum” yönündeki mesajlar, bu yönde kazanım elde etmek isteyen İslam karşıtlarının propagandalarıdır.
Avantajlı tarafı ise bugüne kadar toplumları İslam’dan uzaklaştırmak için dışarıdan gelen her tür emre hazır ulusalcı yapıların İslam’a muhtaç olmaları, o yöndeki mücadeleden vazgeçmeleri ve istemeyerek de olsa devletin İslam’ın önüne koyduğu bariyerleri kaldırmasına razı olmalarıdır. Bunun yakın dönemde siyasal neticeleri bir yana, uzun süreçte sosyal neticeleri mutlaka olacaktır.
İslam dünyasında oluşan bu genç yapının Müslümanlar arası iktisadi veya siyasi iş birliği paktına doğru yol alması durumunda tarihi bir avantaja dönüşeceği ise muhakkaktır.