Eğitim ya da Şeriatı Batı’da aramak!

Avrupa Birliği yasaları çerçevesinde Türkiye’den istenen düzenlemelerden biri de İsveç dilinde Ombdusman denen Kamu Denetçiliği idi.
Buna göre devlet, idare edenlerle edilenler arasında bir hakem atayacak. Vatandaş, haksızlığa uğradığını düşündüğünde Ombdusman denen o hakeme başvuracaktır.

Türkiye, kurumu oluşturmamak için epey diretti. Çünkü Cumhuriyet’in köklerinin dayandığı 19. Yüzyılı Fransız Cumhuriyetçiliğinde bu kurum ya yoktu ya da faal değildi. Kim bilir belki devrin Kemalist idarecileri, devlete karşı, yine devletin atayacağı bir hakeme başvurmayı dahi haddini aşmak olarak görüyorlardı.

Batı tarihinde kurum, ilk kez 1809 İsveç Anayasası’nda yer aldı. Bunun için, AB’yle uyum yasaları çıkarılırken devrin Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı, İsveç’e gider, İsveç’in adalet bakanı ile görüşüp ona “Bu, nasıl bir kurum?” diye sorar.

İsveçli bakan, “Bize mi soruyorsunuz? Bunu sizden aldık. Kralımız Charles 1709’da Ruslara yenilerek Osmanlıya sığınır. Beş yıl sizde kalır ve o süre içinde Osmanlı adalet sistemini inceler. Ondan bu kurumu alıp bize taşır!”

Bakan, fırçayı Batı’dan yiyince fena hâlde mahcup. Çünkü aynı zamanda bir hukuk profesörü ve üniversitede Ombudsmanlık dersleri vermiş. Kurumu hep Batı’dan gelme diye öğretmiş, Osmanlıdaki hikâyesinden hiç haberi yok. “Nasıl olur da bilmiyorum?” diye hayıflanmış. Oysa bu eğitim sisteminde nasıl bilsin?

Bakan, bundan sonra bilgisini düzelttiğini zannetmiş ama bir daha yanılmış. Zira adaleti, insan haklarını değil, sadece bilgiyi de Batı’da arama zihniyetiyle yetişmiş. Aldatıldığını ve aldattığını görse de şuuru bu eğitim sisteminde bir kez şekillenmiş: Tabiri caizse Şeriatı bile Batı’da arıyor!

Batı, ne öğretse onu alıyor, fazlasına hiç bakmıyor.

İşin hakikatinde bu kurumun aslı ta Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’in tatbikatına dayanıyor. Resûl-i Ekrem, Mescid’de oturup halkın şikayetini dinlerdi. Hz. Ömer, bu tatbikatı Mezalim Mahkemelerine öz teşkil edecek şekilde kurumsallaştırıyor. Buna göre, halife veya valiler, haftanın genellikle iki günü Mescid’de oturur, halkın idarecilerle ilgili şikayetlerini dinler ve orada muhakeme edip karara bağlarlardı. Böylece mazlum, hakkına kavuşurdu.

Nûreddin Mahmud Zengî, Gazzâlî’nin fikriyatıyla ihya hareketini gerçekleştirdiğinde Dârü’l-Adlleri inşa ederek Mezalim Mahkemelerini fiziki bir yapıya kavuşturur. Selahâddîn-i Eyyûbî Hazretleri bunu sürdürerek İslam aleminde bir kez daha kurumsallaştırır.

Osmanlılar, oradan alırlar hatta meşhur Osmanlı Divanı da o mahkemenin zamanla devlet şurasından dönüşmesinden oluşur.

Kurum İsveç’te 19. yüzyılda görülmüş ama aslında II. Dünya Savaşı’nda Batı, kendisini tüketinceye kadar işlememiş. Müslümanlarda ise ilk günden var: On beş asırlık!

Adam hem adalet bakanı hem yıllarca üniversitelerde bizzat Ombudsmanlık dersi vermiş, bu işin profesörü. Hukuku, adaleti öğretiyor. Lâkin ilk devir İslam hukuku bir yana, Osmanlı sürecinden dahi haberi yok. Zihni oraya kapatılmış.

Sadece formal değil, informal eğitimin hâli de bu.

Sakın sadece Kemalistleri bu hâlde zannetmeyin. Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr akademinin ve entelektüel dünyanın mühim bir kısmı, sadece sözde millidir, hakikatte saplantı noktasında zihni, Batı’ya ayarlı ve İslam tarihinden tamamen habersizdir.

Onlar şöyle dursun, ilahiyat profesörlerinin dahi ezici çoğunluğu doğru bir İslam tarihi okuması yapmamış, İslam tarihindeki ilk okumalarını İslam düşmanı oryantalistlerden yapmış. Bunun için zihni oradan işliyor.

Tanzimat’la tarih parçalandı, Cumhuriyet’le makasla kesildi. Resmiyeti aşamayanlar ve resmiyeti aşmaktan ödü kopan muhafazakârlar ötesini düşünemiyor. Akılları izin ölçüsünde çalışıyor.  

foto
Yazar: Abdulkadir Turan
YORUM YAPIN(üye olmadan da yorum yapabilirsiniz)
Yorumla
İptal