Kavramlar, inancın adresidir; kavram unutulduğunda ya da anlam sapmasına uğradığında inananlar, sırat-ı müstakim’i kaybederler.
Darü’l-İslam ya da Türkçesiyle İslam yurdu kavramı, Müslümanların siyasi ve askeri olarak güçlü oldukları dönemlerde hem siyaset fıkhının hem günlük fıkhın temel kavramları arasındaydı.
Miladi 20. yüzyılda oluşan ihya hareketleri, İslam’ı bir bütün olarak hatırlatmaya ve yaşamaya yöneldiler, bu mahiyette Dârü’l-İslam kavramını da canlandırdılar.
Ne var ki anlaşıldığı kadarıyla bir dış el araya girdi. Birileri, bu kavram etrafındaki okumaları, istilaya uğrayan İslam topraklarını kurtarma mücadelesinden fıkıh tartışmalarına sürükledi.
Dışarıyla bağı olan kimi şahsiyetlerin anlattıkları bir yere kadar etkili oldu. Onların uzanamadığı Müslüman mahallelerinde, zihni günlük ilmihali aşmadığı hâlde Müslümanların stratejisini belirlemeye kalkışan marazlı tipler, bir daha minberlere çıktı ve o dış elin argümanlarını sahada yaydı.
Neticede Müslümanların önünü açacak bir tahkik ve müzakere, Müslümanları birbirine düşürüp ilerleyişlerini engelleyen bir hiciv ve tartışmaya dönüştü. Bir medeniyet soruşturması, kahrolasıca bir cedelleşmeye evirildi.
Oysa mesele son derece sadedir:
Bir İslam yurdu, bir yapı, kavim ve kabilenin kullanımında olsa da asla Ümmete ait olma niteliğini yitirmez. İslam toprakları, şekilde birilerinin kullanımında veya hakimiyetinde olsa da özde Ümmetindir.
Nitekim yüzyıllar boyunca Müslümanların Dârü’l-İslam’da hudut tanımadan serbestçe dolaşmaları mümkün olmuş, bu hususta kimse önlerine bir set koyamamıştır.
Kimileri, gümrük vergileri almaya kalkıştığında kınanmış ve zorunlu olarak bunu hizmet karşılığı ücret diye adlandırmak durumunda kalmıştır. Aksi hâlde sıradan Müslüman için bir İslam yurdundan diğerine geçiş söz konusu değildir, İslam yurdu bir bütündür.
Meselenin özü bu iken İslam yurdunun hangi yapının hakimiyetinde olursa olsun, savunulması öncelikle o yurtta oturanlara ve ona yakın yerlerde bulunanlara düşse de özde bütün Müslümanlar için farz-ı kifâyedir. Orayı savunacak kimse bulunmadığında vebal bütün Ümmetin boynundadır.
Bir İslam yurdunun hak etmeyen kesimlerin elinde bulunması, o yurdun küffarın eline geçmesine sevinmeye sebep olmaz. Aksine o yurdu savunmak için sorumluluğu Ümmete yayar.
Günümüzde Ümmet yurtlarının mutlak mal gibi uluslara bölüşülmesi ve diğer Müslümanlara kapatılması, emperyalizmin İslam yurtlarındaki istilasının bir neticesidir.
Emperyalizmin neticesi olan bu vaziyete bir de mezhepler arasında bölüşme getirmek, ihanet değilse ahmaklığın da ötesinde bir şeydir.
Şu veya bu İslam yurdunun şu veya bu kavim veya mezhebin elinde olduğu gerekçesiyle kafirlerin eline geçmesine sevinmek emperyalizmle zımmi bir bağ içinde olmaktır.
Aklı başında her Müslüman, en kötü istilanın doğrudan kafir olanların istilası olduğunu bilir. Müslümanlar tarih boyunca da bu bilinçle hareket etmişlerdir. Bugün bu bilince muhalif duyulan sesler, yönlendirilmiş zihinlerin ya da kökten bozuk akılların dışa vurumlarıdır.
Bu zihniyetin Kur’an ve Sünnet’te, Selef-i Sâlihin uygulamasında yeri yoktur. Bu zihniyet, kime ait olursa olsun, bir sapmanın eseridir.
Bu zihniyeti seslendirenler sadece bir vebal altında değildir, aynı zamanda İslam alemi için güvenlik tehdididir.