Başlığımız, doğrudan bir soruna işaret ediyor. Çünkü “modernizm” denince Müslümanlar, Moğol istilasını hatırlarcasına bir düşmanı hatırlıyorlar. Kavramı sahiplenenlerle yaşadıkları sorunlardan dolayı barışık değiller, bu kavramla.
Müslümanları bu kavrama karşı peşinen menfi bir düşünceye sürükleyen nedir? Bu haftadan başlayarak bir yazı dizisiyle cevap vermeye çalışacağız.
MODERNİZM YA DA MODERNİTE
“Modernizm” ve “modernite” kavramları arasındaki ilgi, suiistimal edilegelmiştir. İki kavram da “modern” kökünden türetilmiştir.
Latince kökenli “modern” kavramı; “tam şimdi” anlamındadır. 1930’lı yıllarda, “asrî” diye çevrilmiş, sonra buna “çağdaş” hatta “çağcıl” denmiştir. Buna göre, “modernizm”; “asra uyma, zamanın gerisinde kalmama, yenilikçilik, çağdaşçılık” anlamında kullanılmıştır.
Kimi yazarlar, modernizmi önce sözcük anlamına çekerek aidiyet açısından nötrleştirmektedirler. Ardından modernizmin insanlığın herhangi bir zaman ve mekânda yöneldiği yenilik eğilimi olduğunu öne sürmekte, kavramı “insanın tabii gelişimi” yaklaşımı olumlamaktadırlar. Onlara göre moderne yönelmeyen toplum geri kalır. O hâlde hepimiz modern olmak zorundayız.
Aynı yazarlar, “modernizm” ile eş anlamlı olan “modernite”yi ondan ayırırlar. Onlara göre “modernite”, sözcük anlamının ötesinde Batı’nın 17. yüzyıldan itibaren yaşadığı zaman açısından başlangıcı belli ve coğrafyası da sınırlı has bir modernizmdir. Bu Batılı modernizm; sekülerleşme, bireyselleşme ve akılcılaşma aşamalarını kapsar. Batı’nın Hıristiyan köklerinden, köklü geleneklerinden kopup söz konusu yüzyıldan itibaren modern/yeni bir evren oluşturmaya yönelmesini anlatır.
Onlara göre, bütün toplumlar modernleşmek zorunda iken toplumları moderniteye zorlamak, bir toplumu gerçekliği farklı olan başka bir topluma benzemeye zorlamaktır. Batılılaşma dediğimiz bu zorlama yanlıştır ve toplumsal tepkiyi hak eder. Zira bu, Batı dışındaki toplumlar açısından yabancılaşmadır, başkalarının kültürel tahakkümü altına girmektir. Bu da kabul edilemez.
Nihayetinde bu yazarlar, bizden moderniteyi reddedip modernizmi kabul etmemizi istemektedirler.
Ne var ki sadeliği seven toplum, o yazarların kavram kargaşasını yaşamamakta ve onların kavram kargaşası kapanına düşmemektedir. Toplum için modernizm ile modernite birebir aynı serüvenlerdir. Toplum, doğru düşünmektedir. Zira kavramlar, sözcük anlamları ile değerlendirilemez. Her kavram, bir uygarlığa aittir ve o uygarlık alanı içinde değerlendirilir.
Modernizm de sözcük anlamı ne olursa olsun, Batı’nın 17. yüzyıldan itibaren Hıristiyan köklerinden ayrılarak aşama aşama milliyetçilik, ideolojiler ve zevkperizm çağına geçişini ifade eder. Analiz dizimiz boyunca, kavramı bu mahiyette kullanacağız.
İNSANLIK, DEĞİŞİM VE MODERNİZM
İnsanlık, ilk günden bugüne bazı temel değerlere sahiptir. Bunlar, insanlığın sabiteleridir. İnsanlar, o sabiteleri korudukça insanî yanını korur, onlardan uzaklaştıkça insanî yanlarından uzaklaşırlar. Başka bir ifadeyle o değerler çağlar üstüdür, zaman onları eskitmez. İnsanlık, o değerlerden uzaklaşmışsa teknik olarak ilerlemişse dahi gerilemiştir.
Örneğin, annenin çocuğuyla ilgilenmesi insani bir hâl iken, çocuğuna ilgisiz kalması gayri insanidir ya da insanın, acı çeken bir insana acıması insani bir hâl iken insanın başkalarının acıları karşısında duyarsız kalması gayri insanidir.
Bu hâllerin coğrafya ve zamanından söz edilemez. Bir anne, hangi çağda yaşarsa yaşasın ve hangi teknoloji araçlarına sahip olursa olsun, normal şartlar altında çocuğuna ilgisiz kalıyorsa kınanır, çocuğuyla ilgilendiğinde ise takdir edilir.
İnsanlığın bu temel değerlerinin yanında zaman ve mekâna göre değişen yanları da vardır. Sıcak iklimde yaşayan bir annenin çocuğunu yıkama, temizleme ve giydirme alışkanlıkları, soğuk iklimde yaşayan bir annenin yıkama, temizleme, giydirme alışkanlıklarından farklıdır. Aynı şekilde hayvancılığın yaygın olduğu bir dünyada yünlü giysiler yaygın iken günümüzde pamuklu giysiler ve diğer tür giysiler de yaygındır. Anne, çocuğuna ilgisini zaman ve mekâna göre gösterir.
Yine hasta bir insana geçmiş olsun demek için geçmişte onu bizzat ziyaret etmek ya da sözlü veya yazılı dileklerinizi başkaları üzerinden göndermek durumundaydınız. Bugün, telefonla, görüntülü telefonlarla iyi dileklerinizi iletebiliyorsunuz. Dolayısıyla insani tutum devam etmekte ama araçlar değişmektedir.
Burada üzerinde konuşulması gereken, insanın insaniliğini neyle ölçeceğimizdir. Değerlerle mi? Araçlarla mı? Örneğin, elindeki makineli tüfekle günde yüz Kızılderili’yi öldüren bir Beyaz’ı günde yüz insanın yardımına koşan ama elinde ağaçtan bir değnekten başka aracı olmayan bir Kızılderili’den daha mı insan sayacağız?
Yani insan, teknikle haşir neşir olduğu kadar mı insan sayılacak? Başka bir ifadeyle insan, teknikle ne kadar haşir neşirse o kadar mı daha medenidir? Örneğin, elindeki akıllı telefonla dünyanın bir ucundaki kişilerin hesaplarına girip onlardan elektronik ortamlarda para çalan bir Kuzey Amerikalı ergenin, dünyanın öbür ucundaki insanlara yardım ulaştırmak için durmaksızın çalışan ama henüz bir tuşlu telefonu dahi bulunmayan bir Bangladeşliden daha mı medeni olduğunu öne süreceğiz?
İnsanlığı bu ayrımı göz önünde bulundurmadan eski-yeni, geleneksel-modern diye ayıranlar, bugüne kadar tezlerini doğrulayacak bir veri ortaya koymadılar. Buna rağmen kendilerine sadece inanmamızı değil, teslim olmamızı istiyorlar. Teslimiyeti reddettiğimizde bizi geri kafalı olmakla itham ediyorlar, dışlıyorlar, ötekileştiriyorlar ve haklarımızı gasp ediyorlar.
Modernistler (modernciler/çağdaşçılar), sadece kaba taslak değil, tamamen kendileri gibi davranmayanı neredeyse insan saymıyorlar. Kendileri gibi davranmayanları, henüz evrimlerini tamamlamamış, dolayısıyla tam insanlaşmamış maymunlar gibi görüyorlar.
Tavırlarına ölçüsüz bir öfke ve saldırganlık hakimdir. Toplumu tedhiş ederek kendilerine benzetmeye çalışıyorlar.
MÜSLÜMANLAR VE YENİLİK
Batıl dinlerde toplum, dinden uzaklaştıkça sorunlarını aşar. İslam’da ise toplum ile İslam arasına mesafe girdikçe toplum, sorunlarla yüz yüze kalır. Müslümanların yaşadığı sorunlar, onlarla İslam arasına mesafenin girmesinden kaynaklanmaktadır.
İslam’ın sabiteleri vardır. İnsanın fıtratı ve ubudiyetiyle ilişkili olan o sabiteler, zaman ve mekâna göre değişmez. Bununla birlikte Müslümanların değişkenleri vardır. Müslümanlar, zaman ve mekân değiştikçe hayatlarındaki bazı hususları değiştirirler. Çünkü her imkân, Müslüman için yeni bir inşa sorumluluğu getirir. Her sorun da yeni bir vaziyet almayı gerektirebilir.
Müslüman bilgi, güç ve malzeme açısından imkân buldukça dünyayı değiştirmeye yönelir, bugünü dünden, yarını bugünden farklı kılar.
Müslümanlar, bu açıdan üretken insanı takdir ve teşvik etmişlerdir. Mucitlik ilk günden bu yana Müslümanlar arasında takdir görmüştür. Burada mucidin yaptığı icat hayatı kolaylaştırmışsa onun ne kadarını kendisinin ürettiği ne kadarını geçmişten veya başka toplumlardan aldığı da önemsenmemiştir. Bunun en bariz misali, İslam’ın ilk yüzyıllarında kâğıt teknolojisinde yaşanan değişimdir. Müslümanlar, başta oldukça kadim yazı malzemesinden yararlanırken kısa bir sürede kâğıt üretiminde dünyanın en ileri toplumu olmuşlardır. Mimari için de aynı durum geçerlidir. Hz. Peygamber salallahü aleyhivesellem’in Medine’ye hakim olduğu yılların İslam dünyası resmi ile iki yüz yıl sonraki İslam dünyası resmi arasındaki fark, İslam’ın ve Müslümanların yenilikle ilişkisinin resmidir.
Medine’nin kerpiç evlerinden çıkan Müslümanlar, henüz iki yüz yıl geçmeden dünyanın üstün mimari eserlerini inşa etmeye başlamışlar ve bu konuda gerek geçmişin gerek çağlarının farklı inançlardaki toplumlarının birikiminden yararlanmışlardır.
Gerek kâğıt üretimi gerek mimari eser konusundaki istifade caiz midir, değil midir, tartışması dahi yaşanmamıştır. Zira İslam’ın kendisi ve ilk Müslümanların tutumu nettir.
MÜSLÜMANLARIN SORUNU
Başka inançlarda madde ile mana arasında bir zıtlık söz konusu iken İslam’da madde ve mana birbirini tamamlar. Batıl dinlerde genel olarak manaya sığınmak için maddeden uzaklaşmak gerekir. Madden kaçış da manaya sığınma neticesi verir. İslam, böyle bir zıtlığı kabul etmez. Dünya ve ahireti, iş ve ibadeti bir bütünlük içinde ele alır. Onlar arasında birbirini tamamlamaya dayalı bir denge ön görür.
İslam abid olmayı emretmekle beraber, insanlığın muhtaç olduğu günlerde kendi dünyasına kapanmayı tasvip etmez. İslam, dünyanın içinde bulunduğu hâl karşısında, dünyasına kapanıp günün 20 saatini ibadetle geçiren bir Bedevi veya şehirli genci; İslam’ın ahkamını dünyaya taşımak için kendi koşullarında bir gayret içinde olan, farzlarını ihmal etmeyen, sünnetleri de imkânları ölçüsünde icra eden bir uzay mühendisinden üstün görmez. Aksine İslam tarihine geçen büyükler, dünyamızı geliştiren abidlerdir.
Müslümanlar, Hz. Nebi salallahü aleyhi vesellem devrinde birbirinden kopuk, ünsiyet bağları zayıf Yesrip kasabasını kısa sürede Medine’ye dönüştürmüşler; Hz. Ömer radiyallahü anh zamanında da Küfe, Basra, Füstat gibi çağına göre oldukça ileride olan şehirler kurmuşlardır. Aynı devirde Dımaşk (Şam) şehri, henüz yüz yıl geçmeden dünyanın en ileri şehirleri arasında yer almıştır. Belki de en ileri şehri olmuştur.
Müslümanlar, Emevîler Devri’nde dünyayı hızla fethederken hükmettikleri coğrafyalarda maddi kalkınmayı manevi kalkınmanın da önünde götürmüşlerdir. Onların fetihçi yapıları kadar verimli üretken ve inşacı yapıları, gittikleri coğrafyaları kısa sürede mamur hâle getirmelerine vesile olmuştur. Bu noktada genellikle Endülüs bilinir oysa Kuzey Afrika, Sicilya, Diyarbakır, Horasan ve Maveraünnehir’in hikâyesi de farklı değildir. Buna karşı Emeviler, istisnalar dışında kimseyi Müslüman olmaya zorlamamışlardır. Toplumları refaha kavuştururken inanç ve alışkanlıklarını terk noktasında serbest bırakmışlardır.
Abbâsîler de ilmi yayma konusunda benzer bir tutum içindedirler. İlmi dünyaya yayarken bir Yahudi haham veya Hıristiyan hekimin bilgisinden yaralanırken onu inanç dünyası ile baş başa bırakmışlardır.
İslam’a davet ihmal edilince manevi uyanış yerinde saymış ve bu, Müslümanların aleyhine işlemiştir.
Zamanla maneviyat konusundaki duyarsızlık Müslümanları da kapsamıştır: Devletler, Müslümanları dünyanın en müreffeh toplumuna dönüştürürken onların manevi yanlarıyla ilgilenmeyi ihmal gibi bir dengesizliğe sürüklenmişlerdir.
Bunu fark eden kimi Müslümanlar, aşırı tepkici bir tutumla klasik maneviyatçılığa yönelmişler, madde ile manayı birbirine zıt görmüşler, dünyayı kalkındırmaya çalışanın maneviyatının zayıf olduğuna hükmetmişlerdir. İnsanların yüceliğini dünyadan el etek çekmekle ölçmek gibi bir kopuş yaşamışlardır. Bu, yenilik hususunda Müslümanların en temel zihni sorunları arasındadır.
Öte yandan İslam’a göre insanlık, değerleri yaşamak konusunda düz bir çizgi üzerinde değildir, zikzaklar çizer. Peygamberler, çizginin aşağı doğru eğildiği dönemlerde gelmişlerdir. Müslümanlar manevi değerlerden uzaklaştığında ise iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ihya önderleri, alimler, mücedditler onları uyarıp ıslah edecektir.
Müslümanların tarihsel serüveni de bu yönde işlemişken bazı Müslümanlar, farklı etkilerle iyiliği hep geçmişte görüp insanlığın gittikçe kötülüğe gittiğini düşünmüşler, dolayısıyla geçmişi sürekli iyi diye tarif ederken hâli kötülemişler ve gelecek konusunda karamsar bir tablo oluşturmuşlardır. Müslümanların yeni konusunda temel bir sorunu da budur. Zira bu yaklaşım, Müslümanların kendilerini ıslah etme umut ve azmine zarar vermiştir.
Kur’an ve Sünnet çağlarüstü iken Ashab ve Tabiin çağları da adeta göğümüzde istifadeye hazır bir laboratuvar konumundadır. Müslümanlar, tarihsel serüvenlerinde ıslahatı “ricat” ile anlatmamışlar, geriye dönüş olarak görmemişler, aksine ihya (diriliş) olarak tarif etmişlerdir. Ama çağın bazı Müslümanları tarafından ıslah olmak geçmişe dönüş gibi görülmüş, her tür İslâmî ıslahı öze dönüş diye tarif etmişlerdir. Bunlar, Müslümanların yenilenme arayışının yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.
Onlara karşı ya da onlardan bağımsız olarak Batı etkisindeki bazı kişiler ise Asr-ı Saadet’i Sünneti de kapsayacak şekilde, inancın o günün koşullarında tezahürü diye tarif etmişler. İslam’ı geçmişe hapsedip bugün için, İslam’dan çok Batılı inanç ve yaşam tarzına yakın bir Müslümanlık (!) öngörüsünde bulunmuşlardır. “Tarihselci” de denen bu grup ise açık bir şekilde reform arayışındadır. Bir reform arayışından da öte, Batı’ya adapte talebindedir. Batı lehinde bir “İslam modernizmi” ön görmektedir.
Batı’nın ekonomik ve iletişimsel imkânlarından yararlanan bu grup, İslam’ın ihyasını, hep ricatla itham etmekte, toplumun kafasını bu yönde karıştırıp ıslah umutlarını baltalamakta; Müslümanların yenilenme arayışlarını sabote etmektedir.
Üçüncü bir grup ise Asr-ı Saadet’ten değil ama dünkü ricallerden aldığını her şeye kâfi görüp her tür ihya ve tecdidi reformla, tarihselcilikle karıştırmaktadır.
Her biri bir ölçüde teşvik edilen bu üç farklı tutum; ıslaha, yenilenmeye yönelen Müslümanların ilerleyişini saptırmakta ve ağırlaştırmaktadır.
Bu haftaki yazıyı bir mukaddime kabul edin… Haftaya devam edeceğiz inşaallah…