Sosyalist yapılar, otuz yıldır Türkiye’de despotik yöntemlerle Kürt siyasetine tahakküm etme yolundalar. İnançları, düşünceleri ve yaşam tarzları ile Kürtlüğe en uzak kesim oldukları hâlde kendilerini Kürtlükle özdeşleştiriyorlar ve Leninist-Stalinist bir tek particilikle Kürt halkının iradesine el koyuyorlar. Tarihin çöplüğünde kalan bu Bolşevikçi yaklaşım, despot olduğu kadar, yobazdır da. Şehirleri geri bıraktı, toplumu yozlaştırdı ama silahlı gücüyle kimsenin kendisini sorgulamasına izin vermiyor. “Kurtuluş” umudu verdikçe batırıyor. Lâkin Sol karakter içinde “özleştiri” dahi yapmaya izin vermiyor.
Kürtlerin bu yozlaşmış despotizmden kurtulmaları, sağlıklı düşüncenin yeniden inşası için elzemdir.
SOSYALİZM VE KÜRTLER
İslam âleminde sosyalist akım, Batılılaşma içinde oldukça geç yol aldı. XX. Yüzyılın başında İslam âleminin bütün önemli şehirlerinde, çok sayıda Batıcı vardı. Oysa aynı şehirlerde Sosyalizmin esamesi bile okunmuyordu.
Kürtler ise Batılılaşma ile geç temas kurdukları gibi Sosyalizmle de geç temasa geçtiler. Ama Sosyalizmle temasa geçtikleri gibi de anarşizmden kurtulamadılar, parçalandılar ve aralarında çatıştılar.
Batılılaşma, Kürtlüğün modern dönemde felaketi ise Sosyalizm onun bir üst felaketidir. İkisi birlikte Kürtlüğün kıyameti gibidir. Sosyalizmin Kürtler için bir felakete dönüşmesi Sosyalizmin İslam dünyasına taşınması amacıyla doğrudan ilgilidir.
Batılılaşma, İslam dünyasına dışa bağımlılık ideolojisi ve yaşam tarzı olarak taşındı. Batılılaşma, yeteri kadar yol almayınca milliyetçilikle harmanlandı. Buna rağmen yol almayınca Sosyalizm, Batı’ya bağlayıcı bir ideoloji olarak İslam dünyasına yayıldı ve yine etkili olmayınca sıradan milliyetçiliğe göre daha katı seküler olan bir milliyetçilik tarzı olarak “ulusalcılık”la harmanlandı.
Batılı yaşam tarzına yönelen ilk Kürtler Bedirhanlar, Cemilpaşazadeler gibi aristokrat ailelerdir. Batılı yaşam tarzı, bu aileleri tamamen imha etti. Söz konusu hanedanlar, İslâmî karakterli XX. Yüzyıl mücadelesinde hiç yer almadıkları hâlde tarihten silindiler. Oysa o mücadelenin başaktörü aileler, bugün varlığını kalabalık bir şekilde sürdürmektedir. Sadece bu tarihi musibet bile İslam’ın Kürt varlığı için ne kadar önemli olduğunu göstermekte yeterlidir.
Batılılaşma imha edicidir. Sosyalizm ise o imhayı hızlandıran bir ideoloji olarak iş görmektedir. Sömürgecilik döneminde Hıristiyanlığı istila amaçları için kullanan Batılı güçler, emperyalizme geçişte ulusalcılıkla kamufle edilmiş Sosyalizmi istila amacıyla kullandılar.
Bir toplum, Sosyalizmin içindeki yayılışını kontrol altına almadığı sürece imha olmaktan kurtulamaz. Bu sıkı bağlara sahip Yahudi toplumu için bile geçerlidir. Hitler, dünya Yahudiliğini yok edemedi ama bugün Sosyalist eğilimlerin liberalleşen bakiyeleri başta istila altındaki Filistin’de olmak üzere Yahudi toplumu gibi sıkı bağlara sahip bir toplumun dahi geleceğini tehdit ediyor. Sosyalizmi kontrol altına alıp dünyaya yayan Yahudiler, bugün bizzat Sosyalizmin kurbanı olmak üzeredirler.
Sosyalizm; esasta parçalama, asimile etme, nüfus olarak küçültme ve nüfuz olarak etkisizleştirme etkisi dikkate alınarak Kürtlerin tarihsel varlığından rahatsız olan uluslararası güçler ve mevcut yapılarını imhaya yönelen yerel ulus devletleri tarafından Kürtler arasında yayıldı.
Bu konuda daha önce yaptığım araştırmalarda ilk Sosyalist isimlerin tamamının önce yerel ulus devletler, sonra uluslararası sistemle bir ilişki ağı içinde olduklarını hayretle gördüm.
Türkiye’de Kürtler arasından çıkan ilk Sosyalist simalar, muhtemel istisnalar dışında, CHP’nin tek parti günlerinde CHP’li ağaların, aristokratların çocuklarıdır. Dindarlara karşı mesafeli olan ve tamamına yakını direnişlerin karşısında yer alan bu aileler, o dönemde Kürtlerin sorunlarına karşı tamamen duyarsızdılar. Hikmet Çetin gibi kimi isimler, Dışişleri Bakanı olacak kadar yol aldı ama bir kez olsun Kürtlerin sorunları ile ilgilenmedi. Daha sonra Kürtçülük yol aldığında Hikmet Çetin değil ama diğerleri “Asıl Kürtçü biziz!” diyerek öne çıktılar.
İkinci Sosyalist nesil, Suriye’de yetişti. Talabani oradaydı ve Fransız Solu ile o Sol örgütlenmenin Arap dünyasındaki uzantıları ile ciddi bağlar kurmuştu; Suriye BAAS’ı ile kurduğu bağ ona Irak’ta bir yer açtı, Irak Kürtlerini Sol üzerinden böldü. Yine Suriye’de bulunan Cegerxwin ise Suriye Arap Komünist Partisi üyesiydi. Ne Suriye Komünist Partisi ne BAAS, Kürtlere hak verdi. Aksine Kürtleri sürekli mağdur etti.
Türkiye’de Kürtler arasında Solun yaygınlık kazanması tamamen 1960 Darbesi’nin neticesidir. Darbeciler, iş başına geçer geçmez, sürekli özgürlükten, insan haklarından söz ederken Kürt Sağı içinde yer alacak bütün isimleri Sivas Kampı’nda topladılar. Peşinden Solcuları Kürt Sağının üzerine salarak öne çıkabilecek bütün isimleri katlettiler. Bu yolla meydan Sola kaldı.
Neredeyse ilçe başına bir Solcu derneğin düştüğü o günlerde Sol, Bölge’yi kan gölüne çevirdi, kardeşi kardeşe vurdurdu. Bu çatışmalar sürerken uç Sosyalist yapılardan PKK ismini duyurdu. 12 Eylül 1980 Darbesi ile diğer gruplar tasfiye olurken Suriye BAAS rejimine sığınan PKK, Solun tek partisi olarak hiçbir insani ilke tanımadan kadın, çocuk, bebek öldürerek eylemlerine başladı. O günlerde Türk Solunun farklı kanatları ama özellikle BBC gibi uluslararası kanallarda yer kapan isimleri PKK’nin etkisini Kürt gençleri arasında yaydılar.
Bugünle çok benzer bir şekilde Turgut Özal, Kürtlere yönelik insan hakları adımları atarak PKK’yi bitirmek isterken CHP’ye veraseten siyasette yer alan SHP, PKK’ye yakınlığını açıkça beyan eden HEP’in temsilcilerini Meclis’e taşıdı. Süreç, Sol eliyle sabote edildi ve PKK’ye yeni bir hayat alanı sağlandı. Ama Sol, Süleyman Demirel’in DYP’si ile kurduğu koalisyonda Kürtlerin durumunu iyileştirmeye dönük tek adım atmadı. Solun siyasetinde Solcular desteklendi ama Kürtler hep ihmal edildi. Sadece ihmal edilmedi, Sol siyasete kurban edildi.
PKK’ye yakın Sol parti DEP, 1994 Yerel Seçimlerine katılmayınca başta Diyarbakır ve Batman olmak üzere Bölge şehirleri soluk aldı. Refah Partisi listelerinden seçilen Ahmet Bilgin, Salih Gök gibi belediye başkanları, şehirleri suya kavuşturdular. Şehirlerin yollarını ıslah ettiler, sokaklarına kaldırım taşı döşediler.
Bu nefes çok görülmüş olacak ki bundan sonraki seçimlerde PKK’ye yakın Solcular, her seçime girdikleri gibi sandık hürriyetini ayaklar altına aldılar. Militanlar ev ev dolaşarak seçmenleri tek tek tehdit edip yönlendirdiler. Kolluk kuvvetlerinin gözleri önünde oylar olduğu gibi Solculara kullanıldı. Oylar açıktan kullanılmıyorsa sandık başında son bir tehdit yapıldı. Üstelik sadece Diyarbakır veya Mardin’de değil. Adana, Mersin, Kocaeli gibi metropollerde de aynı şey yapıldı ve birileri buna göz yumdu. Yıllar önce göç konusunu çalışırken bir seçmen bana “Sandık başına kadar tam üç kez tehdit edildik. Buna rağmen biz aileden iki kişi oyumuzu Refah Partisi’ne verdik, diğerleri ise sonradan konuşturuyorlar, yüzünde bile bir ima görürlerse canımızdan oluruz, deyip istemedikleri hâlde onlara oy verdiler!” demişti.
Bunlar, Türkiye’de mi yaşandı? Evet maalesef hem de büyükşehirlerde.
Sonraki seçimlerde öylesine ölçüyü aştılar ki Batman gibi en dindar bir şehirlerden birine Almanya’dan getirilmiş Yezidi bir kadın vekil yapıldı. Hiçbir zaman halkla temas kuramayan bir vekil…
Belediyelere gelince eş başkanlık uygulamasında yoğunlaşmak üzere ilk “kayyumları” bizzat PKK atadı. Bölgenin oy deposu aristokrat kökenli politikacılarının yanına veya onların yerine atanan 20’li yaşlardaki militanlar, Sol zihniyet içinde Kominal topluluklar bile kurdular, gençliği ifsat ettiler. Bugün hâlâ siyasette olan kimi HDP’li isimlerin bile “Bunlarla anılmaktan utanıyoruz” diyecekleri işler çevirdiler, ilçe ve kasabalara akıl almaz çirkinlikler taşıdılar.
Yıllar önce Adilcevaz’a gitmiştim, şehrin geri kalmışlığı, benim gibi yıllardır Türkiye’nin batı yakasında yaşayan biri için dehşet vericiydi. Belediye, yaklaşık yirmi yıldır bu Sol grupta imiş. Şaşırmama mahal yoktu. Zira iyi bildiğim Kızıltepe, Nusaybin ve Dargeçit’in hâli de aynıydı. Sonra Diyarbakır’da rant için başlattıkları “kentleşmede” şehir planında camiye yer vermeyecek kadar uçlaştılar. İmara açtıkları arazileri parsel parsel paylaşırken halkı hiç bildiler. Zira onlar için halk, kafasına vurulacak sürüydü. Hem hesap soramayan kitlelere halk bile denemezdi. Süreç, bu şekilde Çukur Siyaseti’ne kadar geldi.
Bugün, değersizlik üzerinden hak kazanma gibi bir iddia içindeler. Bunun için Solun en uç yapılarını Kürt halkının sırtına bindiriyorlar.
Solun evrimi düşünüldüğünde gideceği yer cinsiyetsizlik hiçliğidir. Dolayısıyla düştükleri yer normal. Ama daha da ileri gidiyorlar. Yılların İttihatçı paşalarının torunlarını dahi aday yapmak için onların kapılarına gidip yalvarıyorlar. Bu proje, Henry Barkey ve Graham Fuller tarafından oluşturuldu. Onlar da itaat ettiler. Dikkat edilirse Sol bir yapı ama ABD’nin talepleri doğrultusunda yol alıyor.
Halka mı sordular? Ne münasebet… Halkı “kurtuluş” umudu ve öldürülme korkusu arasında tamamen düşünemez duruma düşürmüşler. Sıradan bir Batmanlı, onlara niye oy vermiş? Bunu izah edebilecek hiçbir izah getirmiyor ama kendisini onlara oy vermek zorunda hissediyor. Kitle sosyologlarının bütün bildiklerini unutturacak bu tercih, toplumda kolayca oluşmadı. Bir yandan vurdular, diğer yandan propaganda ile akılları imha ettiler.
Aday belirleme tarzları, eski Doğu Bloku ülkelerinin yanında bile geride kalabilir. Suriye BAAS’ının seçme özgürlüğü bile ancak böyleydi. 1990’lı yılların sonunda Ankara gibi Şam’a oldukça uzak bir noktada ve bizzat kendi işyerimizde arkadaşımın misafiri bir Suriyeliye sizde seçim (intihap) nasıl, diye sordum. Sesi yükselmesin diye eliyle ağzını kapatarak “Bizde intihap yok. Akşamdan birini söylüyorlar, sabahleyin ya onlar rey veriyor ya da biz gidip ona veriyoruz.” demişti. HDP’nin geçmişteki seçimlerde halka yaptırdığı tercih bunun asla ilerisinde değil.
Özgürlük olmadan siyaset yapılamaz. Siyaset yapabilmenin ön koşulu, özgürce düşünebilmektir. Halk olmanın temel koşulu ise hesap sorabilmektir. Düşünme özgürlüğü olmayanın siyaset yapma hürriyeti yoktur. Hesap soramayan kitle, halk değildir.
Buna karşı Kürt siyasetinin en acil sorunu bu despotik Solcu yapıdır. Bu despotik yapının etkisi azaltılmadan Bölge’de kimse bağımsız düşünemez, siyaset yapamaz. Bu despotik yapı aşılmadan halkın varlığından söz edilemez.
Bu yapı her gücün önünde eğildi ama Kürt halkına saygı göstermeyi öğrenmedi. Bu yapı aşılmadan Bölge’nin sorunları çözülemez. Bu yapının hegemonyasından kurtulmak ya da en azında onu azaltacak tercihlere yönelmek hayati bir meseledir. Başlı başına bir kurtuluş mücadelesidir. Kölelikten kurtulma, düşünme hakkına kavuşma, siyaset yapabilme iradesidir.