Geçmişin insanı, büyük günahlara bulaşmadan ömrümü tamamlar mıyım, diye endişe ederdi. Bugünün insanı, evladım benimle aynı dinden olacak mı, diye kaygılanıyor, neredeyse.
Daha da ötesi baba, evladını korumak bir yana, mahşer günü misali, kendi kaygısında ya da mahşer günü kaygısı şöyle dursun, tamamen kendi kaygısızlığında.
Anneler için de bugün tesettüre bürünmek hiç de kolay değil. Bundan daha güç olanı ise tesettürlü bir kız evladı yetiştirebilmek.
Dün baskı vardı, bugün zihinlerin içini kemiren zevkperest zihniyet.
İnsanlar, sistemin bütünü üzerine zerre kadar söz sahibi değiller. Saçımızın taranma yönünü bile, küresel tüketimi planlayanlar belirliyor. Ama sistem, insana dilediğini yapabileceği hissi veriyor ve alan olarak insanın basit zevklerini icra keyfini dikte ediyor.
Bu hâl karşısında geleceğe sirayet edecek, yarınlarla ilgili endişeleri giderecek acil bir yeniden yapılanma artık “beka” meselesidir.
Ama nasıl?
Sağlıklı bir mazi tahlili yapmazsak yeni nesillerimizin güvende olacakları yarınlar inşa edemeyiz.
Tarihimizi baştan sona değerlendirmek gerek. Hiç değilse Tanzimat’tan bu yana yaşadıklarımızı cesurca ve tamamen işlevsel bir değerlendirmeye tabi tutmalı.
Aksi hâlde değerlendirmelerimiz, Tanzimat Devri dindarlarının değerlendirmelerini aşmaz. Islahatlarımız da Sultan Abdulhamid Devri’nin ıslahatlarının ötesine geçmez.
Tanzimat Devri’nde ulema pek de kusurlu olmayan değerlendirmeler yaptı. Ama değerlendirmeleriyle sadece sürecin sesi çıkan, etkisiz muhalifi oldu.
O muhalif sese bakıp da ne de doğru değerlendirmişler, demeyelim. Neticede ulema iktidar iken muhalif olmuş, “sitemkâr güçsüz” konumuna düşmüş. Çok acınacak bir hâl!
Sultan Abduhlamid Devri’ndeki ıslahatlar da devleti de toplumu da kurtarmadı, büyük devleti yıkacak, değerleri ayaklar altına alacak bir neslin yetişmesinin önüne geçemedi. Belki şöyle desem daha gerçekçi olur: O ıslahatlar, ters tepip devleti ve toplumu yıkacak nesli yetiştirdi.
Bugün hâlâ muhasebe devresindeyiz ve onu da kusurlu yapıyoruz. Tanzimat’tan bu yana biz ne aldık ve bizden ne gitti? Aldıklarımızın ne kadar bizim için gerekli, ne kadarını sehven aldık, ne kadarı bize dayatıldı, ne kadar özellikle önümüzü tıkasın diye bize benimsetildi, ne kadarı bir dönem faydalı olduysa da zamanla soruna dönüştü? Bizden gidenin ne kadarı bizim için hayat kaynağı idi, ne kadarı daha önce bizim irademizle gitmesi gerekirken, önümüze konan kurtarıcıların eliyle gitti de onların toplum nezdinde itibar kazanmalarına yol açtı?
Bu, tespitleri bizi 20. yüzyılın “muassır uygarlık seviyesine ulaşmak” iddiasıyla okutulan ve Batı’ya karşı kompleksi şifa bulmayan akademilerimiz yapabilir mi?
Haydi akademi tespiti yaptı, tamamen “muassır uygarlık seviyesine yetiştirmek” üzere kurulan akademiler, ona alternatif olacak bir inşada bulunabilir mi?
Cevabımız olumsuzsa alternatifimiz nedir? Üzerinde düşünmek yetmez, çalışmak gerek.
Göründüğü kadarıyla Tanzimat Devri’nden Cumhuriyet’in ilk devresine kadar dindar kesimin en yapısal eksiği, kendisini sistemi yönlendirme makamında görecek bir sivil toplumdan yoksun olmasıdır.
Osmanlının; sivil toplumu özellikle başkentte zapturapt altına alması, zamanla kendi aleyhine işledi. Buna karşı modernite yanlısı sivil toplum, Batı güvencesinde derinden yol aldı.
Neticede Osmanlı sivil toplumu, devletin kendisiyle birlikte çöktü ve geleceğin insanını yetiştiremedi. Buna karşı modernite yanlısı sivil toplum, güven içinde kadrolarını yetiştirip devlete tamamen hakim oldu.
Bu hakikatin gözden kaçırıldığı hiçbir yapılanma, Abdülhamid Devri’nin ıslahatlarını aşamaz.
Yapılanmanın ilk adımı, müspet sivil toplumun mümkün oldukça güçlendirilmesi, olmalıdır.