Moğollar, toplumların kendilerine karşı direnmekten vazgeçmesini “akıllanma”; Batılılar ise halkların kültürel istilayı kabul etmesini “aydınlanma” olarak tanımlamışlardır.
Hakikatte Moğollar karşısında “akıllanma” ile Batılılar karşısında “aydınlanma” arasında kayda değer bir fark yoktur. Her ikisi de toplumların, yaşamlarını korumak ve daha az zulüm görmek için bir güce istemeden boyun eğmesini ifade eder.
Moğollara boyun eğip divitlerinin mürekkebini onlar adına tüketen zamanın “aydınları”, Moğol istilasında hep maktulleri itham ettiler. Onların mantığında maktul, “akıllı davranmayıp” boyun eğmemekle kendi katline sebep olmuştur.
Sosyalist Kürtçüler de Kürtlerin Batılılaşma ve Batı karşısında yaşadıkları mağduriyette hep Kürtleri itham ederler. Bu “öğrenilmiş” akla göre, Kürtler “akılsız” oldukları için, Batılılara boyun eğmeyi bilmediler, başka bir ifadeyle “Batılıların kalbine girmeyi başaramadılar.” Bugün yapılması gereken “akıllanmak”, yani Batılıların takdirini kazanacak bir yol bulmaktır!
Bu görüş, öylesine romantik bir boyuta ulaşmış ki sosyalist düşüncesizlik bir yana kendilerini muhafazakâr gören bazı Kürtçüler dahi her tür Batı ve Batılılaşma eleştirisini “Kürt çıkarlarına düşmanlık” ile bir tutuyorlar. Batı ya da Batılılaşma eleştirisi yapanı, tartışmasız “Kürt düşmanı” ilan ediyorlar.
Şunu unutuyorlar:
Moğollar, insanları işlerine yarayacak olanlar, ne faydalı ne faydasızlar ve kendilerine düşmanlık yapan zararlılar diye sınıflandırdıkları gibi, Batılılar da istila sürecinde insanları Darwinci yaklaşımla, gücüne göre sınıflandırdılar. Bunun özeti şudur: Güçlünün gücünden yararlanmak ve zayıfı güçlünün önüne rüşvet/yem olarak atmak.
Bu sınıflandırma ile Türkler, Araplar ve Farslar nüfus ve nüfuzları ile Kürtlere tercih edildi ve Kürt, genel siyasette Batı’ya bağımlı ulus devletlerin önüne atıldı. Ulus devletlerin siyaseti asla Batı’dan bağımsız değildir.
Mesele Kürtlerin dağınık olmaları ya da boyun eğmeyi bilmeyecek kadar “akılsız” olmaları değildi. Kürtlerin nüfusları ve nüfuz alanları ile zayıf bulunmasıydı.
Aksini düşünelim: Kürtler, 20. yüzyılın başında Körfez kıyısındaki Arap kabilelerinden ya da Doğu Akdeniz’deki Araplardan daha mı dağınıktılar? Tam aksine o yüzyılda bölgesel de olsa sağlam bir Kürt birliği vardır ve Arap emîrlerine verilen desteğin onda biri, herhangi bir Kürt paşası veya beyine verilse ortaya farklı bir siyasal yapı çıkacaktır. Ama Batılılar, değil böyle bir desteği vermek, Fransa’nın Suriye örneğinde olduğu gibi, bir ana sınıfında dahi eğitimin Kürtçe yapılmasına izin vermediler.
Bu, Batı’nın mahzenlerinde alınmış “ortak” bir karardır. İngilizler ve Fransızlar bir yana Ruslar da bu karara tabi oldu. Nitekim Sovyetler Birliği’nde nüfusları on binlerle ifade edilen mikro halklara devletler verilirken Stalin, Kürtlere verilmiş bir hakkı ellerinden alıp onları yok etmek üzere sürgün etti.
İngilizler, küçücük ve tamamı köleleştirilen bir nüfusa ait adalara istiklal verirken Şeyh Mahmud Berzenci’yi sindirme yönünde hareket etti.
Fransızlar, Lübnan’daki farklı din ve mezheplerden kabileleri zoraki birleştirirken tam bir birlik içindeki Suriye Kürtlerini diri diri toprağa gömme gibi, dünyanın en ağır işkenceleriyle diskalifiye etme yoluna gittiler.
İSLAM’IN YÜCELİĞİNDEN DARWİNCİ SİYASETE
Kürtler, İslam’ın en güçlü döneminde ona tabi oldular ve İslâmî sistemin tam da merkezine birleştirici bir unsur olarak yerleştiler. Bunun için iç ihtilaflarda pek zarar görmedikleri gibi, yönetim kimin eline geçerse geçsin, İslâmî dönem sürdükçe Kürtler hep kârlı çıkan taraflar arasında yer aldılar. Bir yandan kendi coğrafyalarında hüküm sürerken öte yandan büyük devletlerin merkezinde daima saygı gördüler ve konum elde ettiler. Bunun yansıması olarak Mekke ve Medine’de de hep üst konumlarda yer aldılar.
İslâmî dönemin vaziyeti bu iken Batılılaşma ile birlikte Kürtler, aşağılanma, dışlanma ve yok sayılma ile karşı karşıya kaldılar. Batı, gücünün doruğunda iken kapılarını Kürtlere kapattı; Kürtlerin görüşme müracaatlarını bile teşhir ederek onları hedef hâline getirdi.
Batı, ulus devletlere efendileri olarak ne kadar “sadık” olduğunu Kürtleri dışlayarak ispatlama yoluna gitti, Darwinci güç teorisine dayanan siyasetiyle, Kürtleri politikaları için kurban seçip ulus devletlerin önüne attı.
Batı siyasetinin ardındaki Darwinci güç mantığını ve bunun Batı siyasetine yansımasını görmeden Kürtlerin bugünü ile ilgili doğru politikalar geliştirmek mümkün değildir. Kürtlerin yaşadıklarını ters yüz ederek meselelere bakmak ise Kürtleri özgürlük adına yok oluşa doğru götürür.
Bugün Batı, günden güne zayıflama yolundadır ve sosyalist yapılar, tam da bu zayıflama sürecinde siyaset denkleminde Batı ile temas kurmayı, Batı’yı dikkate almayı değil; Batı’ya tam bir teslimiyeti ön görüyorlar. Sosyalistler sırf Batı’nın kabulüne karşılık, bütün değerleri ayaklar altına almayı ön gören bir siyaset önerisi yapıyorlar. Buna da “Kürtlüğü yeniden yaratmak” diyorlar. Akılları şudur: Stalin, Kürtleri imha etmek istedi ve biz Stalinist olursak kurtuluruz. Mustafa Kemal, Kürtleri haklarından yoksun bıraktı, Mustafa Kemal’in yoluna girerek özgürleşiriz.
Meselenin ayrıntılarına girmeden Batı’ya teslim olma hırsının Kürtler açısından oluşturduğu tehdidi basit bir misalle izah edelim: İnkâr edilemeyecek bir şekilde Batılılaşma ve özellikle post modern Batılılaşma, açık bir nüfus azalması sorunu oluşturuyor ve Kürtler bunun etkilerini başka toplumlarla birlikte yaşadıkları sahalarda açıkça görmeye başladılar. Peki, bu durumda Kürtler gibi nüfusu zaten sınırlı ve asimilasyona uğrayan bir toplumun Batı’nın aile ve cinsiyet politikalarına bayraktarlık yapması onların lehine olabilir mi?
Belki yazdıklarım bugün anlaşılmayacak veya romantizme kapılanlar için boş sözler gibi kalıp gidecektir. Ama bunları yazmak tarihî bir sorumluluktur. O sorumluluktan kaçmayacağım.
“DEĞERSİZLİK AKLI”
Yakın bir döneme kadar, Şarkiyatçıların anlattıkları Türkiye’de Şarkçıların anlatımıyla sentezlenerek “Kürtlerin İslam tarihinde yeri yoktur!” şeklinde tümüyle uydurma bir söylem geliştirildi. Buna karşı tarihî belgeleri sergileyip topluma sunduğumuzda ise bugün telaş içinde yeni bir propaganda yapılmaktadır: Kürtler, İslam tarihinde önemli bir yere sahiptiler ama artık dünya değişiyor. Kürtler, günün gerçekliği içinde İslam’la bağlarını kopararak yeni dünyada var olmak durumundadırlar.
Her iki propagandanın yapıldığı dün ve bugün Batı, Kürtlere ne verdi ve Kürtlerden ne aldı? Gerçekçi olalım: İslam, Kürtleri çoğaltırken Batı azaltıyor. İslam, Kürtlerin nüfuz alanlarını büyütürken Batı daraltıyor. Hakikat budur ve Batı, bugün Kürtlerden daha fazlasını istemektedir: “değersizlik siyaseti” daha doğru bir ifadeyle “değer düşmanlığı siyaseti”, İslam aleminde devletler bir yana, toplumlara hatta bireye dayatılan “post modern laiklik”. Batı, dün devletlerin laik olmasını dayatıyordu, bugün toplumların laik olmasını dayatıyor. Toplumların kendilerini tamamen dinden bağımsız tanımlamalarını talep ediyor ve sosyalist gruplar, bunu kabul etmek bir yana siyasal ve sosyal laikliğin İslam alemindeki savaşçıları olmayı “yeni Kürt aklı” diye önümüze koyuyorlar. Bir daha ifade edelim: Sözde yeni Kürt aklı adına Kürtlerden talep edilen siyasal veya sosyal laikliği benimsemek değil, onun savaşçıları olmak, onun uğruna can vermektir. Bu, Kürtleri laikliğin İslam dünyasındaki savaşçıları, paralı askerleri hâline getirmektir. Peki, buna karşılık bugüne kadar Kürtlere ne verildi? Kocaman bir hiç! Ne verilecek o da belirsiz! Ortada bir anlaşma bir söz dahi yok!
Toplum adına yapılan siyaset tabiatı itibariyle değer önceliklidir. Zira toplumlar ve özellikle siyasal haklardan yoksun toplumlar, ancak değerlerle yaşar. Kürtler de siyasal haklardan yoksun kaldıklarında değerleriyle yaşadılar.
Hakikat bu iken Kürtleri değerlerden soyutlamak bir yana, onu tamamen değer düşmanı olarak konumlandırmak nasıl bir akıl?
Ne yazık ki bugün Kürtlere dayatılan akıl budur ve bu küresel akla, bir dönem Batı alfabesine “Türk alfabesi” dendiği gibi “yeni Kürt aklı” demek gibi bir eğilim vardır. Her tür değere düşman bir akıl… Öncelikle böyle bir aklın özgünlüğü yoktur, ikincisi böyle bir akıl, herhangi bir halkın aklı olarak kabul edilemez. Zira bu “akıl” küresel beşerî yapının değerlerden soyutlanmış, zaman zaman ortaya çıkıp insanlığın tepkisiyle karşılaşınca marjinalleşip sinen bir düşük eğilimden ibarettir.
Kürtler, İslam’la birlikte kurtarıcı (Batılı ifadeyle mesiyanik) bir toplum düzeyine çıktılar. Selâhaddin’in Kudüs’ü kurtarması bu kurtarıcı role bir simge kazandırmış olmakla birlikte Kürtler İslam tarihi boyunca manevi kurtarıcı (şeyh/mürşid/alim) konumunda oldular. Bugün de İslam dünyasının pek çok mürşid ve alimi Kürt’tür veya Kürtler arasında yetişmiştir. İslam aleminin neredeyse bütün mürşid ve ulemalarının ise icazet zincirinde Kürt şahsiyetler vardır. Hindistan’da Şah Veliyullah Dehlevî’den Cezayirli Seyyid Abdulkadir’e, Kafkasyalı Şeyh Şamil’den Hicaz ve Filistin ulemasına… Bunun doğruluğunu kanıtlayacak misaller gözler önündedir. Kürtler, İslam’ın kurtarıcı davasının tam merkezindedirler. Öyle ki İmam Hasan el-Benna dahi, bir görüşe göre Kürt’tür. Bunu bir İhvan liderine sorduğumda “Değildir” demem, diye cevap verdi. Ama İmam el-Benna’nın Şeyh Muhammed Emin el-Kürdî’nin evlatlarından ders aldığı malumdur. Öte yandan Türkiye’de Kürtlüklerinden zerre kuşku duyulmayan Kozan beylerinin torunlarından Necmettin Erbakan’ın dahi yakın bir döneme kadar biyografisi salt Kürt kökeni belli olmasın diye saklanmıştır.
Kürtleri, bu kurtarıcı rolünden soyutlayıp neo-liberal aldatmanın insanları arzular üzerinden avlayan değersizlik siyasetinin aparatları hâline getirmek yeni bir “akıl” olarak kabul edilebilir mi?
İslam seküler süreçte dahi Kürtleri besledi. Nitekim bugün dünya genelinde bilimdeki konumları kabul edilen Fuat Sezgin, Gazi Yaşargil, Nadir Nadirov ve Kürt kültürüyle yetişen Aziz Sancar gibi isimler İslâmî mirasın devamı niteliğindedirler. Dinî süreçten seküler sürece geçilirken yaşam tarzı olarak seküler ama beslenme kaynakları dinî yaşam olan bir ara nesil yetişir ki bu şahsiyetler tam olarak bu ara nesli teşkil ederler. Bu mirasın tümünü reddederek yeni bir Kürt aklını konuşabilir miyiz?
Daha basit bir misalle dünün Kürtleri, kendilerini onurla hem kendi toplumlarında hem diğer toplumlar karşısında kasidelerle ifade ederken bugün meyhaneye şarkıcılık yapıp avuç açan Kürt gençlerinin yeni “Kürt aklı”nın simgeleri kabul edilebilir mi?
Kürt kadını, Dayfe Hatun, Sittü Şam Hatun, Miranete Hanım olarak tarihte yerini almışken bugün Kürt kadınını düşük yaşamların bir parçası hâline getiren zihniyet, bize bir akıl mı veriyor yoksa bizi akılsızlaştırıyor mu?
Hakikat şudur:
Birinci evre Batılılaşma, emperyalist Batı olarak Kürtleri siyasal kazanımlarından etti.
İkinci evre Batılılaşma, sosyalizm olarak Kürtleri değerlerine düşman etmeye çalıştı.
Üçüncü evre Batılılaşma liberalizm-sosyalizm ittifakı olarak Kürtleri değerlerinden tamamen yoksun bırakmakta ve değer düşmanlığının militanları hâline getirmektedir.
Bu, yeni bir akıl değil, akılsızlaşmadır, bir imha projesidir.
Hakikat şu ki Kürtler, İslâmî dönemde hak ve hukukun siyasetin merkezine oturmasıyla nüfusları ile orantılı olmayan bir güce ulaştılar. Batılılaşma ile birlikte gücün yeniden siyasetin merkezine oturmasıyla o güçten yoksun bırakılıp ayaklar altına alındılar.
Bunu görmeden Kürtlerin içinde bulunduğu handikabı aşmak asla mümkün değildir.
Sosyalistler, bilimsel/ilmî bir tarih değerlendirmesi yapmaktan uzaklar. Bunun için bugünü anlamıyorlar. Yereli kavramadıkları gibi uluslararası sistemi takip etmekte de sınıfta kalıyorlar. Tamamen ideolojik bir saplantı içindedirler. İdeolojileri çoktan çağın gerisinde kaldı. Ama onlar, onu yaşatma derdine düşüyorlar. Bundan dolayı, Kürtlerin yeni dünyada saygın bir kimlikle yer edinmeleri onlar açısından bir hedef olmaktan uzaktır.
Haftaya “Yeni Kürt Aklı” başlığıyla diziyi bitireceğiz inşaallah!