Mağazanın önünde kocaman yazıyla “kapatıyoruz” yazısını görünce bunun bir satış taktiği olduğunu düşünmeyen yoktur.
Silahların susması, barış gibi pozitif kelimeler tıpkı batılıların kullandığı demokrasi, insan hakları ve özgürlük gibi bu coğrafyada da tilki lügâti olarak zihinlere kazılmıştır. Bu dille türetilen hikâye ve temsiller zaman zaman tilkileri aşmış kuşlara bile teşmil edilmiştir. Mevlâna Hazretlerinin “ölmeden evvel ölmek” sırrı için anlattığı kafesteki tûti (papağan) kuşunun ölme numarası ile verdiği mesaj bunun en güzel örneğidir.
Tamam da iflas etmek hiç mi yok? IRA, ETA gibi dünyada, dükkânı kapatıp sahneden çekilen başka örnekler yok mu? Yol yakınken elinde kalanla yetinip kendini kurtaran yok mu? Elbette ki var. Burada da olamaz mı? Tabi ki olur.
Yalnız, buradaki mesele sıradan bir bilginin güncellenmesi olsaydı, önceki tecrübe üzerine bir iki rütuşla düzeltilirdi. Ancak yaşayarak öğrenilen bir gerçeğin aksini farz etmek için hem karinelerin çok güçlü olması hem de bu hakikatin yine kanaat olarak yerleşeceği kadar bir deneyim gerekir. Yarım asra yakın bir süre, sadece şiddetten beslenenlerin bir anda “silah bırakıyoruz” da değil daha ötesiyle “kendimizi feshediyoruz” demeleri imkân-ı zâtî ile mümkündür.
Yalnız bunun imkân-ı zihnî ile de onaylanması; süreç, sosyalizm, devrim, demokratik toplum kelimelerini yuvarlayıp sonunda “feshettik” demekle olacak şey değildir.
Çok sağlam deliller sunmanız lazım. Düşünün uzun bir kuyruk var. Araçlardaki silahlar tek tek teslim ediliyor. Bu yeter mi? Hayır. Yukarıdan aşağıya kadar bu işin temsilciliğini yapan kim varsa, hepsinin dosyanın kapandığına dair halkı ikna edecek tutum ve davranışlarının uzun bir süre gözlenmesi de beklenecektir.
Bu yüzden tüm dünyanın ilgiyle baktığı bir olay, burada o kadar büyük bir heyecan uyandırmadı. Yoksa normalde böyle bir hadise, bir çağın kapanıp yenisinin başlaması kadar önemliydi.
Bir de memleketin batısındaki trajikomedi var. Suriye’li muhacirlerin ülkelerine dönmeye başlamasıyla, yolda kalan patlak lastikler gibi, dağdakilerin bu açıklamasıyla bir anda tüm cümle kurma becerilerini kaybedenlerin; “yapmayın, n’olur yetim öksüz bırakmayın bizi” diyemeyince Lozan’lı Sevr’li son atarları var.
Neyse bu yokuşta daha kim bilir kimler ne sihirler gösterecek.
Peki gelelim feshediyoruz diyenlerin hâlet-i ruhiyesine. Şimdiye kadar özeleştiri laga lugasıyla, kendilerinin hesap verme makamı olduğunu dikte edenlerden; “bakın biz de şuna karşı sorumluyuz” demelerini kimse beklemiyor.
Hani “Allah” filan deseler anlarsınız ki, bunlar mes’uliyet, emanet, ahiret filan kastediyorlar. Fakat öyle bir kabulleri olmadığı için üstteki makamın toplum olduğunu tasavvur ediyorsunuz. İyi de o çok bahsettikleri demokratik masalla alakalı bir işleyiş de olmadığına göre geriye yine sıkça söyledikleri tek bir şey kalıyor; Öcalan.
Haydi diyelim ki daha önce defalarca onun umursanmadığı halleri geçtik ortadaki bu kadar cürmün hepsini ona yükleyip işin içinden çıkmış mı olacaksınız?
Dolayısıyla açıklamalarının özeti şu; “Ne yaptıysak Öcalan emrettiği için, onu razı etmek, onun yolundan gitmek için yaptık. Ortada bir yanlışımız olmadığı için kimseden özür dilemek mecburiyetimiz yoktur. Öldürdüğümüz, yerinden yurdundan ettiğimiz, yetim, öksüz, dul, perişan halde bıraktığımız milyonlar için pişman değiliz.”
“Daha ne istiyorsunuz, artık ürkütmeyeceğiz, haraç almayacağız, cezalandırma, yargılama, adam kaçırma, çocuklarınıza çökme olmayacak. Barış gelecek barış, siz de geçmişi unutuverin bi zahmet.”
“En sevdikleriniz bizim elimizde en ağır işkencelerle, arkadan vurularak can vermiş olabilir. Unutun ya hu. Bizim yüzümüzden hayalleriniz yarım, sevinçleriniz kursağınızda kalmış olabilir aklınıza getirmeyin. Çocuğunuza yaktığınız ağıtları, babanıza, kardeşinize yanan yüreğinizi de ne varsa hepsini silin, söndürün. Bakın biz feshettik diyoruz ya!”
Oh ne âlâ memleket.
Komşuyla muhabbette dinlediğiniz kısa hikayeler gibi:
“Vallaa satışlar düştü, oğlan da askere gitti. Ne yapalım kapattık tezgâhı. Ha öyle mi ya, olur böyle şeyler, Allah hayırlısını versin.”
“Bahçeye yüz kök kiraz diktiydim. İlacıydı, gübresiydi, budamasıydı, baktım baş edemiyoruz, hepsini söktüm, ne yapayım kolay değil. İyi etmişsin ceviz dik, ceviz, o daha sağlam.”
İyi de devletlerin de kimi yetkilileri öyle değil mi? Hangisi hangi zulmü için özür diler ki? Yahut dilese ne olur ne geri gelecek?
Ne garip değil mi?
Ne söyleseniz yarım kalıyor. Öyle kopuk kopuk. Bir türlü taneleri ipe dizemiyorsunuz. Tesbih olmuyor.
Sonra belli belirsiz bir umutla ferahlamak istiyorsunuz. Ve diğer tarafa dönüp güvenerek birilerini tebrik etmek filan.
Ama aha şu yaşanmışlıklar yok mu şu satılmışlıklar.
Yakanızı bir türlü bırakmıyor.
Bir kerecik inandırabilseniz.
Bir kerecik!