Yeryüzünün en acil çözüm bekleyen meselesi Gazze olunca, herkesin sorunları küçülmüş oldu. Türkiye’nin de kronik sorunları ve iki senelik bütün gelişmeleri eskisi kadar dikkat çekmiyor, istenen merakı uyandırmıyor.
Ve politika sahasının cazibesi de hızla düşüyor. Çünkü sorunları, tepeden en hızlı halletme yöntemi olarak görülen siyaset kurumunun böylesi feci bir soykırım karşısında neredeyse hiç işe yaramadığı düşüncesi, öyle kolay reddedilecek gibi durmuyor.
Yine yöneticilerin geniş kitlelerin yararına gözettikleri maslahatlar aynı kitlelerin vicdani talepleriyle tartıldığında çok hafif kaldığı için idare denildiğinde akla gelen bütün parçalar da zihinlerde küçülüyor.
Bunca sistem ve kurumsallaşmanın Gazze’ye gıda girişini sağlamada bile işlevsiz kalması, konuyu sınırların dışındaki mecburiyetlerle açıklama çabasını da anlamsız kılarak, devlet aygıtının, insanı yaşatma görevini bir daha sorgulatıyor.
Dünyanın en uzak köşesindeki bir depremde acil kurtarma ekipleri gönderilirken, yanı başındaki felakete koşmak için en ufak bir somut adım atılmayınca; ilk yardım nedir? afet neye denir? kim neden kurtarılmalıdır? gibi suallerle öyle derin bir obruk oluşuyor ki, zaten iki yıldır ciddi biçimde yaralanan kalp, akıl ve ruhun ayarları hepten kayboluyor.
Neyse bunlar havf ve recanın korku kefesinde birikmiş, sanal değil gerçek kötü manzaralar, bu suretler, pesimist nazarla çekilmiş fotoğraflar değil, realist bakışla amel defterimize kaydedilmiş çözünürlüğü kadar vebali de yüksek imajlar. Her birinin kıyamet günündeki büyük mahkemede devasa ekranlardan 4K veya 8K filan değil milyon milyon K ile izletileceğinden şüphe yok.
Yalnız terazinin biraz özel çaba ve hakikat sırrı gerektiren diğer kefesi var. Eğer o kefe de dolu olmasa alemlerin işi çoktan bitmiş olurdu. O halde o taraf da öyle ağır olmalı.
Güzel tarafı görebilmek için bu konuda hayli uzun birikimi olan Bediüzzaman gibi çilenin Üstadına gitmek faydalıdır. İşkence, suikast, zehirleme, hakaret, mahkeme, zindan, sürgün, aç susuz bırakma, haysiyetine ilişme ve kendisine atılan iftiralarla dolu yaklaşık kırk yıl boyunca feleğin çemberinden geçerken kimi vakit celalle; “zalimler ve hunharlar için yaşasın cehennem” kimi vakit recâ ile; “ümitvar olunuz en gür sadâ İslamın sadâsı olacaktır” demiş demesine de onun zorlukların şiddeti içinde şu terennümü günümüzde “güzel görüp güzel düşünmek” için ve “men âmene bil kaderi emine minel keder” düsturunu anlamak için hakikaten ezberlenesi kıymettedir:
“Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl
Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender(içinde) belâdır, bil
Belâ vereni buldunsa, atâ(lütuf)-ender, safâ-ender belâdır, bil
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil (bülbüller gibi), demâ (daima) keyfinden güler hep gül mül
Ger (eğer) bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender (içinde), fenâ ender hebâdır, bil
Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel, tevekkül kıl
Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün
O güldükçe küçülür, eder tebeddül”
Bunu sırça köşkten filan değil kendisine tattırılan envâi çeşit belânın içinden yazıyor. Hariçten gazel okumuyor yani. Ya da belânın edebiyatını yapmıyor. Hatta kendisi, büyük şair Fuzulî gibi belâ ile ıslah olma arasında doğru orantı gören Melâmîlerden de değil.
Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir yerde, insanoğlu, Allah için birtakım zorluklara sabrettiğinde Cenab-ı Hakkın onlara, kendini açık mucizelerle, hususi ikramlarla ve kerametlerle hissettirmediği vâkî değildir. Tabiri caizse, sırtlarına emanetten, imtihandan ağır yük yüklediği kimselere, gösterdiği bir çok açık işaretle, “bak buradayım, zahire takılma, geçici olana aldanma” demediği bir zümre olmamıştır.
O yüzden “bela vereni buldunsa bu bela değil, lütuftur, safadır” demiş oluyor.
Fakat elbette ki olayın bizzat içinde olmayanların bunu idrak etmesi mümkün değildir.
Sadece Ebu Ubeyde’nin en son konuşmasında yemin ederek; “vallahi o ayete biz sürekli şahidiz, biz atmıyoruz Allah atıyor, biz isabet ettirmiyoruz, O isabet ettiriyor” dediğine benzer nice mevhîbeler veriyordur. Hem onlara hem de açlığa ve soykırıma sabrederek direnen mazlum halklara.
Bunlar yakında kitaplara girecek, dilden dile dolaşacak. Ve şu fani dünyada en lezzetli işin, amelin neden “fi sebilillah” cihad olduğu yeniden hatırlanacak.
“Şüphesiz ki Allah, sabredenlerledir.” (Bakara 153)
Yanında “yakın bir fetih” de olsa var ya ve hiç umulmadık bir yerden gelecek mübin bir yardım, izzetli bir zafer.
Olmaz mı? Hiç Olmadı mı? Görebilen için her an, zaten farklı şekillerde olmuyor mu?