Dört beş yaşlarındaydım, avlumuzda henüz uçamayan bir serçe yavrusu yakalamıştım, sevip oynuyordum, beni izlediğinin hiç farkına varmadığım bir kedi kapıverdi. Yıkılmıştım oracıkta, ağlıyordum. Annem elimden tuttu camimizin imamına götürdü, o birazcık teselli etti ama ağlamam birkaç gün devam etti, unutamadım.
Belki buna benzer her birimizin bir hikayesi vardır
Şimdi Bursa’da yanarak can veren Suriyeli yavruların yüreğimi bir serçe yavrusu kadar yakıp yakmadığını düşünüyorum.
Hayır, ben bu değilim, ben asla böyle birisi olamam, bu dehşet bir olay, korkunç bir değişim.
Biz biliyoruz ki sünnetullah dediğimiz tabiatın, fiziğin kuralları değişmeden devam ediyor; yer çekimi kanunu değişmeden devam ediyor, su kaldırma gücünden hiçbir şey kaybetmedi, yine su hala yüz derecede kaynıyor/buharlaşıyor, sıfır derecede donuyor, ateş yakmaya devam ediyor. Her bir maddeyi her bir metali, altını, bakırı, demiri değişmeyen belirli dereceye geldiğinde eritiyor.
Peki, bizim yüreğimizin yanma derecesine ne oldu ki o ateşler yakmaz oldu? Ateşin kanunu mu değişti, yüreğimiz mi değişti? Yüreğimiz büyük bir yangın yeri olmalı değil miydi?
Pırıl pırıl, gözleri hayat dolu sekiz dokuz yavru, bize sığınmış, bizim memleketimizde kalıyor, belki de sırf bundan dolayı Allah’ın rahmetini üzerimize çekme imkanı kazanmışız. Ve bu masumlar yanarak can veriyorlar.
Sadece onlar değil. Her gün buna benzer günahsızların ölüm haberini alıp duruyoruz. Anneleri tarafından balkondan atılarak ve başka şekilde öldürülen masum yavrular.
Ben işin tedbir, yargı, polisiye yönüne girmek istemiyorum, onlar ayrı konular.
Diyorum ki, yüreklerimiz yanması gerektiği kadar yanıyor mu? Ateşte midir suç, yoksa yüreklerimizde mi?